GÖRÜNTÜLÜ

Prof. Kieser: Lozan’ın uygulamaları PKK’yi var etmiştir, tartışmak şart!

Lozan’ı tartışmanın devleti demokratikleştireceğini belirten Prof. Hans-Lukas Kieser, “Lozan’ın 39. maddesi uygulanmamıştır. PKK, bu hak gaspına karşı silaha sarıldı. Demokratikleşmek için Lozan’ın uygulamalarını derinlemesine tartışmak şart” dedi.

HANS-LUKAS KIESER

24 Temmuz 1923’te, Türkiye, İngiltere, Fransa ve müttefikleri arasında Lozan’daki Rummine Sarayı’nda imzalanan antlaşma, uluslararası arenada “Lozan Barış Antlaşması” olarak anılacaktı. Ancak bu anlaşma, hayata geçirilmesiyle birlikte Kürt halkı ve Kürdistan için derin bir trajedinin, kültürel ve fiziksel soykırımların başlangıcı haline geldi.

Kürdistan’ın sömürgeci güçler nezdinde dört parçaya bölünmesini meşrulaştıran bu antlaşma, Kürt halkının geleceğini Arap, Fars ve Türk egemenliklerine teslim etti. Aradan geçen 102 yıla rağmen bu antlaşma, Kürt halkının tarihinde derin yaralar açtı ve süregelen hak gasplarının “meşru” zemini olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor.

Kürtler, kendi topraklarında özgür ve onurlu bir yaşam sürmek, barış ve demokrasi taleplerini dile getirmek istediklerinde, Türk milliyetçiliğinin temel dayanağı haline gelen Lozan korkusu her seferinde yeniden devreye sokuldu.

Peki, Lozan Antlaşması resmi hafızada neden bu kadar merkezi bir yer işgal ediyor?  Lozan’ı tartışmak neden bu kadar zor ve neden bunu yapmak ihanet olarak görülüyor? Lozan’ı tartışmak, devletin kodlarıyla oynamak anlamına mı geliyor? Lozan’ın 39. maddesi ne ve neden uygulanmadı?

Tüm bu soruların cevabını ve daha fazlasını konunun uzmanı bir isimle, Zürih Üniversitesi profesörlerinden tarihçi Hans-Lukas Kieser ile konuştuk. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri ve Modern Türkiye tarihi üzerine çalışan İsviçreli tarihçi Kieser ile Lozan Antlaşması ve antlaşmanın günümüze kadar süren etkileri üzerine yaptığımız söyleşi şöyle:


‘LOZAN KUTSALLAŞTIRILMIŞTIR’

Sayın Kieser, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri ve Modern Türkiye tarihi üzerine önemli çalışmalara imza attınız. Modern Türkiye tarihi dediğimizde aklıma gelen ilk olgu; Lozan Antlaşması.  Lozan, Türk ulus-devletinin kuruluşuna dair resmî hafızada neden bu kadar merkezi bir yer işgal ediyor?

Lozan Antlaşması, o dönemin Kemalistleri tarafından da Kurtuluş Savaşı’ndaki büyük askerî zaferin ardından gelen büyük bir diplomatik zafer olarak görülüyor ve hissediliyordu. Bu savaş, Lozan’da Sevr Antlaşması’nın yeniden gözden geçirilmesinin de koşulu olmuştu, diyebiliriz. Ayrıca Atatürk’ün uzun söylevi olan Nutuk’u okumak bile, Lozan’ın Türk milliyetçi tarih anlayışındaki merkezi yerini anlamak için yeterlidir. Bu, bir kutsallaştırmadır; bir zafer, bir doruk noktasıdır. Atatürk’ün Nutuk’unda söylediği gibi, bin yıllık Türk tarihinin zirve noktasıdır.

‘LOZAN TABUSUNU AŞMAK GEREKİR’

Lozan’ı eleştirmek, çoğu zaman anti-millî bir tutum hatta bir ihanet olarak görülür. Bu antlaşma neden bugün bile siyasi bir tabu hâline gelmiş durumda?

Evet, az önce de söylediğimiz gibi, bu antlaşma, milli ya da milliyetçi bir düşünce sistemi içinde kutsallaştırılmış bir antlaşmadır.  Bu da antlaşmanın bazı yönlerini sorgulamayı çok hassas bir mesele hâline getiriyor. Oysa elbette, bu antlaşmaya, Lozan Konferansı’na ve ulus-devletin kuruluş tarihine eleştirel bir bakış şarttır.

Ancak eleştiri bazen yapıcı olabilir. Burada kastettiğim, daha iyi bir geleceğe yönelen, yapıcı bir eleştiridir. Yani demokratik bir eleştiriden bahsediyorum. Ve her demokratik eleştiri, daha fazla demokrasiye götürdüğü sürece, mutlaka yapıcıdır.

Başka bir deyişle, Lozan Antlaşması’nı eleştirmenin tabu hâline gelmiş olmasını aşmak, ancak ikna edici ve demokratik bir söylemle mümkündür. Bu söylem, mevcut durumun, -statükonun- bu hâliyle devam etmesinin artık çok ağır bir maliyeti olduğunu herkese açıkça göstermelidir.

‘SOSYALİSTLER BİLE LOZAN’I SORGULAMIYOR’

Daha önce verdiğiniz bir röportajda, Lozan’ı sorgulamanın veya tartışmanın devleti yıkmak değil, demokratik bir tartışma başlatmak olarak görülmesi gerektiğini savunuyorsunuz. Bu ayrımı bugün hala kamu söyleminde kabul ettirmek neden bu kadar zor?

Sorun, Lozan’ın kutsal ve zirvesel bir kurucu an olarak içselleştirilmiş olmasıdır. Bu da herkesi – ya da en azından tüm milliyetçileri – etkiliyor. Türkiye’de milliyetçi olmayan insan çok az. Solcu ya da liberal olduklarını söyleyen birçok kişi bile, aslında hâlâ milliyetçi düşüncelere sahip.

Örneğin, Lozan’ı liberal ya da sosyalist bir düşünce adına sorgulamayı bile bilmiyorlar. Milliyetçi kimlikleri, liberal ya da solcu kimliklerinin önüne geçiyor. Evet, sorun bu kutsallaştırmadır. Bu kutsallaştırmayı da Nutuk’ta çok açık ve net bir şekilde görebiliriz.

Ülkenin demokratikleşmesi için böylesi bir tabu haline gelmiş Lozan'ı tartışmak gerçekten şart mı?

Lozan’ı tartışmak kesinlikle ve derinlemesine gereklidir. Az önce de söylediğim gibi, bu tartışma yapıcı bir söylem içinde olmalı ve daha demokratik bir ufka yönelmelidir. Aksi takdirde bir çıkmazda kalırız. Evet, milliyetçi bir düşünceyle ve ilkelerle belirlenmiş bir çıkmazda; ki bu durumun ötesine geçmeye izin vermez.

Oysa bu ülke için, herkes için daha iyi bir gelecek mümkündür. Zira bugün, bu ülkenin mutlu bir ülke olduğunu kimse iddia edemez. Bunu bugün söylemek ve özellikle Lozan’dan bu yana geçen yüzyıla baktığımızda, çok büyük bir yanılgı olur.

‘MÜTTEFİKLER SEVR’İ DESTEKLEMEDİLER’

Lozan’ın ‘azınlıklar’ üzerindeki etkisini ele alırsak, Sevr Antlaşması ile Lozan Antlaşması arasında Kürtlerin haklarının tamamen dışlanmasına yol açan gelişmeler nelerdi?

Evet, bu süreçte çok şey oldu, çok şey yaşandı. Şimdi birkaç önemli noktayı ele alalım. Uluslararası düzeyde, Sevr Antlaşması'nın garantörleri olan müttefikler arasında artan bir dağılma yaşandı. Artık bu antlaşmayı desteklemediler; özellikle İtalya, ardından Fransa ve en sonunda İngiltere bile desteklemedi. Bu, başlıca gelişmelerden biridir.

Ve tabii, daha önce de söylediğimiz gibi, Anadolu’daki savaşta -yani Anadolu’daki savaşlarda- Ankara’nın askerî zaferi söz konusu. Eski İttihatçı harekete karşı yürütülen bu savaşlara bakarsak, aslında İttihat ve Terakki güçlerinin yeniden örgütlendiğini ve nihayetinde 1920’de Ankara Hükümeti’ni kurduklarını görürüz. Bu noktaya gelene kadar çeşitli savaşlar yapmaları gerekti ve bu savaşları kazandılar.

Bu savaşlar, Türk olmayan yerli halklara karşı yapıldı: Ermenilere, Rumlara ve yine Koçgiri’ye -Koçgiri’yi unutmayalım- Alevi Kürtlere ve bu yeniden örgütlenen eski İttihatçı harekete karşı olan Müslümanlara karşı. Bu insanlar, daha çok padişahın tarafında, yani İstanbul tarafında yer alıyorlardı. Kısacası, bu askeri zafer, Sevr Antlaşması’nın Lozan’da neredeyse tamamen değiştirilmesine yol açan büyük bir gelişme oldu ve Kürtlerin hakları böylece dışlandı.

Peki neden? Bu sorunun cevabını kısmen daha önce verdik ama ayrıca şu da var: Sünni Kürt liderlerin çoğunluğu Ankara’ya destek vermişti. Bu yüzden, daha önceki gibi bağımsızlık ya da en azından anlamlı bir özerklik kazanmak konusunda ısrarcı olmadılar. İşte bu, içerideki en büyük farklardan biri oldu, üç yıl öncesine kıyasla.

‘KÜRTLERİ ASİMİLE POLİTİKASI LOZAN ÖNCESİNDE BAŞLADI’

Lozan Antlaşması’nda Kürtlerin görmezden gelinmesi, var edilmek istenen ulus-devlet projesi çerçevesinde bilinçli bir tercih miydi?

Bu, sadece o anda verilmiş bir karardan daha derin bir şeydi. Bu durum, kurucu Türk milliyetçiliğinin temel bir unsuruydu. Zaten Birinci Dünya Savaşı sırasında, İttihatçıların Kürtleri asimile ederek onları Türk yapma niyetinde olduklarını görüyoruz.

Türklüğün ve Türk milliyetçiliğinin zaten çok daha güçlü olduğu ve Kürtlerin asimile edilebileceği düşüncesi, bu Türk milliyetçiliğine derinden yerleşmişti. Bu nedenle, elbette bu, stratejik bir karardı; fakat aynı zamanda 1910’lu yıllardan itibaren Türk milliyetçiliğine yerleşmiş bir düşünceydi. Sevr'de bu mümkün değildi, çünkü o dönemde eski İttihatçılar hâlâ zayıftı.

Ama zafer kazandıktan ve Bolşeviklerle ittifak yaptıktan sonra, projelerini hayata geçirebilecek güce ulaştılar. Bu proje, Kürtlerin bir azınlık statüsüne ya da kendilerine ait ulusal bir kimliğe sahip olamayacakları yönündeydi.

‘KÜRTLER KABUL EDİLSEYDİ TÜRKİYE’NİN TARİHİ FARKLI OLURDU’

Lozan Antlaşması’ndan sonra Kürtler uğradıkları kültürel soykırımın yanı sıra fiziksel olarak da Dersim’de, Zîlan’da ve bugün bile Kürdistan’ın dört parçasında katledilmeye devam ediliyor. Kürtler Lozan’da tanınsaydı, Türkiye’nin siyasi tarihi başka bir yöne evrilir miydi?

Elbette, elbette. Ama bu, bir bakıma oldukça varsayımsal bir durum. Çünkü az önce sözünü ettiğim kurucu düşünce, geleceği çoğulcu terimlerle tahayyül etmeye muktedir değildi. Yani, farklı kimlikleri kabul etmeye ve Küçük Asya’nın (Anadolu’nun) geleceğini başka kimliklerle eşitlik temelinde kurgulamaya açık değildi.

Elbette, sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, o dönemde başka yerli kimlikler de vardı; özellikle de Müslüman olmayanlar. Bunlar, eski İttihatçılar için zaten baştan kabul edilemezdi. Kürtler kabul edilebilirdi ama asimilasyon şartıyla.

Dolayısıyla, teorik olarak, yani oldukça varsayımsal biçimde söylersek: Eğer bu Türk milliyetçiliği çoğulcu olsaydı -yani Anadolu’ya ait diğer tarihleri, kültürel ve etnik kimlikleri kabul edebilecek bir gelecek tasarlayabilseydi- tarih kesinlikle çok farklı olurdu.

‘ŞÊX SEÎD İSYANI’NIN ARKA PLANINDA LOZAN VAR’

Lozan Antlaşması’ndan sonra birçok isyan yaşandı ve bunlardan biri, 1925’te Lozan’dan kısa bir süre sonra gerçekleşen Şêx Seîd isyanı. Kürtlerin diplomatik olarak silinmesiyle silahlı direnişler arasında doğrudan bir bağlantı görüyor musunuz?

Kesinlikle. Bu, tabiri caizse "odadaki fil"dir, İngilizce’de söylendiği gibi. Bu isyanın arkasındaki büyük arka plandır. Ancak şunu da söylemek gerekir: Şêx Seîd, Lozan’dan bahsetmez; hilafetin kaldırılmasından ve Kemalistlerin zulmünden söz eder. Ama hilafetin kaldırılması da elbette Lozan’la bağlantılıdır. Lozan’da açıkça ifade edilmemiştir ama hilafetin kaybı Lozan Konferansı’na dolaylı olarak bağlantılıdır.

Bu bir bakıma, Lozan Konferansı’nda verilen örtük bir vaatti. Yani evet, bu isyanın arkasındaki arka plan kesinlikle belirleyicidir.

Devamında birçok isyan yaşanmaya devam etti. Bu isyanlardan en uzun soluklusu ve günümüzde de devam eden PKK’dir.  PKK, Lozan statükosunun bir sonucudur demek mümkün mü?

Bir bakıma bunu söyleyebiliriz. Çünkü Lozan’la birlikte bir kimliğin, bir kültürün ve hatta bir dilin -Kürtçenin- inkârı söz konusu. Oysa Lozan Antlaşması’nı dikkatli okumak gerekir: 39. maddede, Küçük Asya’da konuşulan tüm dillerin tanınması gerektiği açıkça belirtilir. Buna elbette Kürtçe de dahildir. Yani sadece gayrimüslimlerin dilleri değil, tüm halkların dilleri bu kapsama alınmıştır. Madde oldukça nettir.

Burada, Kemalist devletin Lozan’da imzaladığı taahhüdü yerine getirmediğini açıkça söylemek gerekir. Ama sorunuza dönecek olursak; Lozan’ın gerçekliği -yani Lozan Antlaşması’nın Türk devleti tarafından nasıl yorumlandığı ve nasıl uygulandığı- nihayetinde PKK gibi bir hareketin silaha sarılmasının temel nedenidir.

Bir anlamda, silahlarla şu gerçek ifade edilmiştir: Kürtler de haklara sahiptir; bu haklar, Birleşmiş Milletler’in temel belgelerinde yer aldığı şekliyle evrensel bir hukuk anlayışına dayanmaktadır.

Dolayısıyla, temel haklar açısından bakıldığında, Kürtlerin de bir hakkı vardır. Ama Lozan, onları temel haklardan yoksun bırakmıştır. Ve evet, 20. yüzyılın sonlarına doğru tanık olduğumuz kan dökülmesinin arka planında hâlâ Lozan vardır.

Ama tekrar ediyorum: Ankara’nın Lozan’ı nasıl yorumladığı ve uyguladığı hâlidir bu. Lozan Antlaşması’yla farklı bir yol da izlenebilirdi.

‘ANTİ-DEMOKRATİK MİRASIN AŞILMASI GEREKİR’

Kürtlerin her barış ve demokrasi talebinde hortlatılan bir Lozan korkusuyla karşılaşıyoruz.  Lozan ruhu, bugün Türkiye’nin Kürtlere yönelik politikasını ne ölçüde şekillendirmeye devam ediyor?

Evet, az önce de söylediğimiz gibi, yani Lozan’ın -özellikle 39. Maddeye- aykırı şekilde yorumlanması, geçmişte olduğu gibi bugün de kısmen devam etmektedir. Öte yandan, AKP’nin yükselişiyle birlikte, Lozan’la yapılan hatanın kabulü ya da bu çatışmanın yıkıcı gerçekliğinin fark edilmesi de açıkça görülebiliyor. Bu çatışma, Lozan Antlaşması’nın çok katı ve hatta kısmen yanlış bir biçimde uygulanmasından kaynaklanıyordu.

Bu durum, tabiri caizse, bir tür şizofreni yaratıyor. Bir yanda Türkiye, bugün hâlâ Lozan’ın Kemalist yorumuyla devam ediyor. Öte yanda ise, daha verimli ve hatta demokratik bir birlikte yaşama hedefiyle başka bir yol arayışı da var. Fakat burada bir tereddüt söz konusu. Ve bu tereddüt, elbette az önce bahsettiğimiz Lozan’ın kutsallaştırılmasıyla ilgilidir.

Ama aynı zamanda -ki bu iki nokta birbirine bağlıdır- bu tereddüt, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren var olan anti-demokratik mirasla da ilgilidir. Lozan Konferansı bağlamında da bu miras mevcuttur. Bu nedenle, bu anti-demokratik mirasın da aşılması gerekmektedir.

Dolayısıyla, Kemalist Lozan yorumunu -ya da isterseniz otoriter ve Kürt karşıtı Lozan yorumunu- terk etmek ve onun ötesine geçmek, bir asırlık geçmiş göz önüne alındığında zor bir meseledir. Bu geçmişi aşmak ve demokratik yollar aramak ciddi bir iştir.

Kürtlerin bugün birçok alanda yürüttüğü mücadeleyi aslında Lozan Antlaşması’na karşı yürütülen bir mücadele olarak tanımlayabilir miyiz?

Bir bakıma evet, bir bakıma öyle. Eğer biz, Lozan etiketi altında az önce söylediğimiz her şeyi -yani otoriterliği hatta diktatörlüğü -çünkü Lozan’dan sonra her şey çok hızlı gelişti ve Ankara, bildiğiniz gibi, tek liderli bir diktatörlüğe dönüştü- görüyorsak ve eğer Lozan etiketi altında Kürt kimliğinin inkârını da görüyorsak -ki bu doğrudur- bütün bunlar Lozan Konferansı ile çok yakından bağlantılıdır.

O hâlde, evet, bu mücadeleyi Lozan’a karşı bir mücadele olarak tanımlamak doğrudur. Ama ben, bunun yerine bu mücadeleyi Lozan Antlaşması’nın otoriter, sınırlayıcı ve hatta yanlış yorumuna karşı bir mücadele olarak tanımlamanın daha ihtiyatlı ve akıllıca olacağını düşünüyorum. Yanlış çünkü 39. maddeye riayet edilmemiştir.

YARIN: Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler ile ‘Barış ve Demokratik Toplum Süreci’ Kürtler açısından ne anlam ifade ediyor? 

PROF. HANS-LUKAS KİESER KİMDİR?

Prof. Dr. Hans-Lukas Kieser, geç dönem Osmanlı İmparatorluğu ve modern Türkiye tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla uluslararası düzeyde tanınan önde gelen bir tarihçidir.

Modern Çağ Tarihi profesörü olarak Zürih Üniversitesi ve Newcastle üniversitesinde görev yapan Tarihçi Hans-Lukas Kiser, özellikle Ermeni Soykırımı, İttihatçılık ve Türkiye’nin modernleşme süreci üzerine yaptığı derinlemesine araştırmalarla biliniyor.

Kieser, başta “Talat Paşa: İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimarı” (Talaat Pasha: Father of Modern Turkey, Architect of Genocide) adlı eseri olmak üzere, Türkiye’nin yakın tarihine dair çok sayıda etkili çalışmaya imza attı. Kieser’in bu eseri, sadece bir biyografi değil, aynı zamanda erken Cumhuriyet döneminin ideolojik temellerine dair güçlü bir analiz sunması açısından tarihçiler ve sosyal bilimciler için temel kaynaklardan biri haline geldi.

Akademik arşiv kaynaklarına olan hâkimiyeti ve ele aldığı konulara disiplinler arası yaklaşımıyla bilinen Kieser’in son kitabı olan “Demokrasi Öldüğünde: Kalıcı Lozan Barışı!” (When Democracy Died: The Enduring Peace of Lausanne) ise Lozan Antlaşması’nın uzun vadeli etkilerini ve bölgesel düzen üzerindeki kalıcılığını inceler. Bu eser, dünyanın önde gelen üniversitelerindeki Ortadoğu çalışmaları programlarında referans kitap olarak kullanılmaktadır.

Ayrıca Kieser, “The End of the Ottomans” “Turkey Beyond Nationalism”, “Nearest East” gibi çalışmalarıyla hem Osmanlı sonrası coğrafyanın siyasi dönüşümünü hem de kimlik, etnisite ve ulus kavramlarının yeniden inşasını tarihsel bağlamda ele almıştır.