Son günlerde ABD’nin Suriye özel temsilcisi Tom Barrack üzerinden yürüyen tartışmalar beni arşive dönmeye zorladı. Kürtlerin, geçmişte El Kaide bağlantılı Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ile siyasi uyum içine girmeye zorlanmasının ötesinde artık onlara biat etmesinin beklendiğine dair iddialar, ilk bakışta taktiksel bir manevra gibi görünebilir. Ancak bu gelişmenin ne denli tarihsel bir yankı taşıdığını fark ettiğimde, belleği tazeleyen bir yazıyla karşılaştım. Le Monde Diplomatique arşivinde karşıma çıkan, Eric Rouleau imzalı bir makale, bugünkü Suriye gerilimini 1957 yılına ışık tutarak anlamaya yardımcı oluyordu.
Eric Rouleau, Mısır’ın Heliopolis kenti doğumlu Halepli Yahudi kökenli bir aileden gelen, dönemin saygın gazetecilerinden biriydi. Ortadoğu’nun karmaşık dokusunu hem içeriden hem dışarıdan gözlemleme imkânı bulmuştu. 1985 yılında François Mitterrand tarafından büyükelçi olarak atanarak Tunus ve Türkiye'de görev yaptı. Rouleau’nun Ekim 1957’de kaleme aldığı yazı, Eisenhower Doktrini’nin Suriye’de nasıl tökezlediğini anlatıyordu.
Bu doktrin, ABD’nin Sovyet yayılmacılığına karşı geliştirdiği bir stratejiydi. Ortadoğu’daki herhangi bir devletin komünist tehdit altında olması hâlinde, Washington’un askeri ve ekonomik müdahalede bulunma hakkını saklı tuttuğu bir çerçeve sunuyordu. Ancak bu doktrin ilk kez Suriye’de sınandığında, beklenmedik bir dirençle karşılaştı.
Suriye’nin Sovyetler Birliği ile yakınlaşması üzerine ABD, Suriye’yi çevreleyen ülkeleri harekete geçirmeye çalıştı. Ürdün, Irak, Türkiye ve Suudi Arabistan üzerinden Şam’a baskı kurmak istendi. Ne var ki Arap kamuoyu bu müdahale fikrine sert tepki gösterdi. Ürdün’e gönderilen silahlar, “Arap birliğine karşı değil, İsrail tehdidine karşı kullanılacaktır” açıklamalarıyla karşılandı. Kral Suud, Suriye’yi bizzat ziyaret ederek dayanışma gösterdi. Hiçbir Arap hükümeti, halkının gözünde Batı’nın Suriye’ye müdahalesinin bir parçası olmayı göze alamadı.
Rouleau’nun ifadesiyle Eisenhower Doktrini “moral olarak da çöktü” çünkü yerel duyarlılıkları yok sayan bir stratejiyle başarı mümkün değildi.
Bugün, neredeyse yetmiş yıl sonra, sahne değişmiş olsa da senaryo benzerlik taşıyor. ABD bu kez, Suriye’deki varlığını dengelemek için SDG’yi geçmişteki düşmanları ve ortak hiçbir vizyonlarının olmadığı HTŞ ile aynı masaya oturtup ABD’nin çıkarları etrafında anlaşmalarını dayatıyor. Bu kez hedef Sovyetler değil İran ve Esad sonrası düzende ortaya çıkacak yeni güç boşlukları. HTŞ’nin “ılımlı” ve “kabul edilebilir” bir aktöre dönüştüğü tezi Washington tarafından hızla pratiğe geçiriliyor. Ancak Rojava Özerk Yönetimi ve SDG’nin bu gelişmeye nasıl karşılık vereceği, çok daha sessiz bir zeminde ilerliyor.
Ama ortada sessiz bir gerilim olduğu kesin. On yıl boyunca ABD ile yan yana savaşmış, büyük bedeller ödemiş bir halkın ve 2016-2021 sürecinde bu sahada bulunan bir tanık olarak söylüyorum Kuzey ve Doğu Suriye’nin doğrudan güvenliğini tehdit eden bir yapıyla uzlaşmaya zorlanması, sahada pragmatik değil, kuşkusuz kırıcı bir politikaya işaret ediyor Kürtlerin buna karşı direnç göstermesi de çok haklı bir duruş.
1957’de ABD doğrudan müdahale etmek istediğinde, Arap kamuoyunun ortak tepkisiyle karşılaşmıştı. Bugün ise doğrudan müdahale yerine, yerel aktörlerin yönlendirilmesiyle inşa edilen dolaylı bir baskı söz konusu. Ama özü değişmiş değil. O gün Suriye’nin bağımsızlığına yönelen tehdit olarak algılanan müdahale, bugün Kürtlerin özyönetim arayışına yönelmiş bir baskı biçiminde karşımızda duruyor. Her iki örnekte de ortak olan, dışarıdan belirlenen senaryoların yerel aktörlerin hafızasını, kırılganlığını ve taleplerini gözetmemesi.
ABD, Ortadoğu’da zaman zaman müttefik edindi, zaman zaman düşman tanımladı. Ancak en sık yaptığı hata, halkların sahadaki varlığını bir satranç taşına indirgemek oldu. Bugün sicili hayli tartışmalı, ABD’nin Ankara büyükelçisi ve Suriye özel temsilcisi Tom Barrack’ın ağzından önerilen yol haritası, Kürtler için yalnızca bir taktik kayıp değil ABD ile yıllar boyunca bedel ödeyerek kurulan güven ilişkisinde telafisi zor bir kırılma yaratabilir. Bu tür kırılmaların bedeli ise yalnızca sahada değil, gelecek kuşakların hafızasında birikir.
Siyaset biliminin fikir babalarından Machiavelli, “Politikada ahlakın yeri yoktur zira siyaset, yalnızca iktidarı hedefler” demişti. Her şeyin iç içe geçtiği, her şeyin birbirine bağlı olduğu özellikle de Kürdistan merkezli meselelerde bütünlüklü stratejiler öngörmek kolay değil. Ama devrimci bir gelenekten beslenen Rojava siyasetçilerinin iradeli ve cesur duruşları, sonunda mutlaka kazandıracaktır.
Ortadoğu’da başarı ne yalnız askeri güçle ne de ideolojik doktrinlerle sağlanabilir. Başarı, ancak halkların tarihsel hafızasını, bölgesel dinamikleri ve yerel aktörlerin özerkliğini tanıyan bir diplomasiyle mümkündür.