Barış ve Demokratik Toplum Grubu’nun demokratik siyasete hazırlandığını belirten Ümit, "Arkadaşlarımız yasal, anayasal durum netleştikçe, oluştukça katılacak. Koşullar oluşursa, yani yasal güvenceler verilirse zaten dönülür" dedi.
Kürdistan Özgürlük Mücadelesi üyesi Hêlîn Ümît, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü, Barış ve Demokratik Toplum Sürecinde gelinen düzeyle ilgili merak edilenleri Medya Haber Tv’ye değerlendirdi.
Gazeteci Erdal Er’in sorularını yanıtlayan Ümit’in değerlendirmeleri şöyle:
Öncelikle Önder Apo'ya sevgi ve selamlarımı iletmek istiyorum. Tüm kamuoyuyla, Kürt halkıyla birlikte 9 Temmuz'da biz de Önder Apo'nun görüntülerini, çağrısını izledik. Her şeyden önce o görüntüler, oradaki mesajlar hepimizde yıllar sonra Önderliği görmüş olmanın getirdiği bir duygu dalgalanması yarattı.
Önder Apo ile doğrudan bir bağlantı yok. Bunu herkes biliyor. Aslında Ekim ayından şimdiye kadar gelen süreç içerisinde bize ulaşan bilgileri çeşitli şekillerde kamuoyuyla paylaştık.
Şunu tahmin ediyorum. Hem kamuoyu hem işte bu konuyla ilgili olan kesimler arkadan bir temasın olduğunu, bu konuda Önder Apo ile doğrudan bir temasın olduğunu düşünüyorlar ve bunun arayışı içerisindeler. Yani bunu netleştirmeye çalışıyorlar.
Evet, zaman zaman Önderlik'ten bilgiler geliyor, mektup geliyor. Bunları çeşitli şekillerde kamuoyuyla, arkadaş yapımızla, halkımızla paylaşıyoruz fakat Önder Apo ile doğrudan bir temas yoktur. Beklentimiz, Önder Apo'nun pozisyonundaki değişikliktir.
Bildiğiniz gibi biz PKK 12. Kongresini gerçekleştirdik, bu kongre kararlar aldı. Neydi bunlar? PKK'nin feshiydi, silahlı mücadelenin sonlandırılmasıydı, yeni bir dönemin açılmasıydı, yeni bir dönemin başlangıcıydı. Tüm bu süreçleri yürütmek için de Önder Apo'nun doğrudan bu süreci yürütmesi gerektiğini ifade ettik.
ÖNDERLİĞİMİZİN STATÜSÜNÜ DEĞİŞTİRECEK ADIMLAR HALEN ATILMADI
Bu bir şart ya da bir koşul koyma gibi bir durum değil. Evet özel savaş medyası, karşıtlarımız bunu hep böyle ele almaya, böyle işlemeye çalışıyorlar fakat bu Hareket, Önderlik Hareketi. Yani Kürt Özgürlük Hareketi, somut olarak PKK; işte gerilla gücünün kendisini oluşturma biçimi, onun manevi dayanakları Önder Apo tarafından oluşturulmuş.
Önder Apo dışında hiç kimse bu bahsettiğimiz kararları doğru pratikleştirmemizi sağlayamaz. O anlamıyla Önder Apo'nun fiziki özgürlüğü, bizim açımızdan bu sürecin sağlıklı yürüyebilmesi açısından acil bir ihtiyaç, gereklilik. Bu bir şarttan öte bir şey. Karşılıklı bir müzakere konusunun ötesinde bir durumdan bahsediyoruz. Bunun dışında tutmak lazım. Yani müzakerenin bir parçası gibi ya da bu sürecin gelişmesi için atılacak adımların bir parçası gibi değil. Sürecin o noktaya taşınması için bile Önder Apo'nun fiziki özgürlüğünün ve bizimle doğrudan temas haline geçecek konuma getirilmesi lazım. Başka hiçbir güç bize bunu kavratamaz, bunu yürütemez.
Şimdiye kadar -dediğim gibi- bazı yazılı mesajlar, görüşler iletilmiştir. Onun üzerine zaten kongre oldu. Onun üzerine silah bırakma töreni 11 Temmuz'da oldu. Gerilla buna cevap verdi. PKK kendini feshetmiş olsa da, PKK yapısı Önderliğin çağrısına bu temelde cevap vermiş oldu.
Fakat şimdiye kadar Önder Apo'nun pozisyonunda, konumunda değişen bir durum yoktur. Evet bir gevşeme var fakat bunun herhangi bir garantisi yok, yasal bir statüsü yok. Dikkat edin; süreç, umut hakkı ile başladı. Yani umut hakkı temelinde Önderliğe yapılan bir çağrı vardı Devlet Bahçeli tarafından. Devlet adına bunu yaptığı şimdi daha iyi anlaşılıyor. Onunla başladı, fakat başta umut hakkı olmak üzere Önderliğin mevcut durumunda statüsünü değiştirecek adımlar atılmış değildir.
Şöyle söyleyenler var. Deniliyor ki, bir süre sonra Önderliğimizin yerinde değişiklik olacak, ev hapsi gibi bir pozisyona geçecek vb. Fakat bunların çok bir karşılığı yok. Şöyle karşılığı yok: Bugün bu süreç yürüsün diye buna izin verenler, yarın herhangi bir sorun çıktığında bunun önüne geçebilirler. Yani bunun da bir yasal güvenceye kavuşturulması lazım her şeyden önce.
TERÖR YAFTALAMASINI KABUL ETMİYORUZ
“Terörsüz Türkiye” kavramını biz reddediyoruz. Yani terör yaftalamasını kabul etmiyoruz. Bunu herkesin bilmesi lazım. Özgürlük Hareketi, PKK; tarihin görmüş olduğu en meşru mücadeleyi yürüttü. Bir halkın varlık, kimlik savaşını yürüttü.
Denizler (Gezmiş) diyor ya mahkemede; “zulme karşı direnme hakkı, en evrensel hak”. Kürtler zulme karşı direnme hakkını kullandılar PKK ve Önderlik şahsında. O anlamıyla nasıl ki 50 yıldır “terör” yaftalamasıyla sonucu ulaştıramadılar, bundan sonra da ulaşmaz.
Bu kavramlaştırma güvensizliği çok fazla derinleştiriyor; bunun değişmesi lazım. Fakat bu kavrama nereden geliyor Türk devleti? Diyor ki “bizim sorunumuz silahlı güçlerle. Yani silahlı mücadele yürüten PKK ile. Bu da eşittir terörizm. Bu biterse sorun çözülür.”
Kürt Özgürlük Hareketi üyeleri olarak bizim yaklaşımımız nasıldır? Biz silahı bir amaç çerçevesinde kullandığımız için, o amacın yeni yolunu açmaya çalışıyoruz. Bu süreç bizim açımızdan demokratik siyaset ve hukuka dayalı yeni mücadele yönteminin yolunu açmak içindir. Bu sürecin tüm adımları bunun için atıldı. Kürt sorununun çözümü için; sorunun eşitlik, kardeşlik hukuku temelinde çözülmesi açısından bir projemiz, bir planımız var. Bu çerçevede bu sürecin içerisine girdik ve bunu yürütüyoruz. O anlamıyla tanımlamalarımız farklı.
Karşımızdaki güç, Türk devleti, başta MİT ve güvenlik bürokrasisi olmak üzere bu işin yürütücüleri; bu tartışmayı ya da bu süreci silah bırakma tartışmalarına indirgeyerek aslında tasfiye etmiş olma noktasına getirmek istiyorlar.
Fakat bizim yaklaşımımız daha stratejik. Biz Türkiye'nin demokratikleşmesine dayalı yeni bir süreci istiyoruz ve o yüzden de Önderlik tarafından “Demokratik Toplum ve Barış Süreci” olarak isimlendirildi. Dikkat edin; sadece barış süreci değildi.
Çeşitli kesimlerden, “ya bu Kürtler, PKK şahsında, Önder Apo şahsında giderek DEM partisi şahsında bu iktidarla uzlaşıyor mu” diyenler var. Onların anlaması için de söylüyorum. Yani sürecin isimlendirmesi bile sadece bir uzlaşı, yani bir barış süreci değil; demokratik toplum süreci. Eğer demokratik toplum gelişirse bu süreç gelişebilir.
Bizim sürece karşı ya da Önderliğimizin ortaya koyduğu çağrı ve perspektife karşı bir inancımız olmasa bu adımlar atılamaz. O anlamıyla bu makasın ciddi bir mücadele ile kapanacağını düşünüyoruz.
Sonuçta her savaşın bir barışı vardır. Bu savaş, 50 yıldır açığa çıkaracağı gerçekliği; Kürt varlığını, direnen bir toplum gerçekliğini, özgürleşen Kürt kadınını, Kürtlerin dostlarını, yeni bir sosyalizm anlayışını açığa çıkardı.
Biz şöyle bir noktada değiliz; özel savaşın yönlendirmelerine çok dikkat etmek lazım. Özel savaş neye bağlamak istiyor? “Bakın işte güçleri yoktu, yetmedi, bittiler”, “bizim silah teknolojimiz şu kadar gelişti de şu kadar etkili olduk, o yüzden de bu noktaya geldiler” gibi bir propagandayı hakim hale getirmek istiyorlar. Fakat süreç öyle değildi. Yani açığa çıkan bir Kürt varlığı vardır. Sadece Türkiye'de değil bölgede temel bir aktör konumuna gelmiştir. Hemen hemen her güç Kürtlerle ilişki kurarak bölgedeki pozisyonunu güçlendirmek ve etkili olmak istiyor. ABD bile öyle yapmak istiyor. İsrail bile öyle yapmak istiyor.
Bunlar tartışılan, bilinen şeyler. O anlamıyla süreç öyle değil. Yani açığa çıkardığımız bir gerçeklik var, bir güç kaynağımız var ve biz kendimize güveniyoruz. Gerçekten bu süreç, o zemini oluşturursa, Türkiye'nin demokratikleşeceğini, bizim Türkiye'yi demokratikleştireceğimizi ön görebiliriz.
TÜRKİYE’NİN BU KADAR GERİLEMESİNİN NEDENİ İÇ BARIŞI GERÇEKLEŞTİREMEMESİDİR
Bunu toplum mühendisliği anlamında söylemiyorum. Kesinlikle o bağlamda ele alınmamalı. Türkiye toplumunun temel yarası, Türkiye halkının hemen hemen her alanda bu kadar gerilemesinin nedeni, kendi iç sorunlarını çözememesidir. Yani Kürtlerle kendi iç barışını yapamamasıdır. Bunu yapamayan Türkiye ne yaparsa yapsın, hangi konuda adım atarsa atsın aslında demokratikleşemez. Yoksa böyle tekrar başa döner.
Nitekim on yıl önce bu olmadı mı? On yıl önce de bir masa kuruldu, Önder Apo, o masayı ayakta tutmak için o kadar mücadele etti; masa devrildi.
Peki ne oldu? On yıl daha geriye giden, toplumsal ilişkilerinde, siyasal yapısında, ahlaki, ekonomik durumunda, kültürel gerçekliğinde gerileyen bir Türkiye oldu. Türkiye güçlendi mi bu on yılda? Tam tersine Türkiye'de devlet diye bir şey kalmadı.
Şimdi devlet diye ortada olan bir şey var. Fakat devlet bir parti değildir. Devlet bir iktidar da değildir. Devlet başka bir şeydir. Türkiye'de modern ulus devlet anlamında bile bir devlet yoktur. Kendi bünyesinde Kürt sorununu çözememiş ya da halklarla, Alevilerle sorununu çözememiş bir Türkiye'de gelişme olamaz. Devlet eğer yeniden yapılanmazsa dağılır.
O süreçte masayı deviren ya da buzdolabına kaldıran gerçeklik neden kaynaklandı? Bir; mevcut zihniyetten kaynaklandı. Yani Kürt inkarcılığını örtülü olarak da olsa sürdürmek isteyen bir zihniyet, bunda ısrar eden bir yapı vardı. Bu zihniyet o sürecin önüne çıktı. Yani mevcut Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra 1924 Anayasası ile birlikte inşa edilmiş Kürt varlığının inkarına dayalı devlet algısı, o eşiği aşamadı.
Mesela o dönemin aktörlerinde, bizimle, Önder Apo'yla muhatap halinde olan aktörlerde demokratik bir zihniyet olsaydı, gerçekten sorunu çözme konusunda güçlü bir irade ve istem olsaydı, buna karşı gelebilirdi. O dönemin iktidarı da yine AKP iktidarıydı, Erdoğan baştaydı. Eğer gerçekten bu konuda kararlı olunsaydı, o süreç öyle olmazdı. Birinci neden bu.
İkinci neden; buna bağlı olarak Rojava Devrimi’ydi. Kürt fobisi, Kürtlerin bir şeyler kazanıyor olması, kazanabilecek olması, dünyada giderek tanınan bir aktör olarak bir rol verilen bir halk haline geliyor olması, bu zihniyetten dolayı panik yarattı. O panikle de ciddi hatalar yapıldı. Kürtleri asli unsur olarak kabul eden bir zihniyet olsaydı, bugün biz Misak-ı Milli dediğimiz şeyi daha güçlü savunur hale gelebilirdik; Kürtlerle Türklerin uzlaştığı, anlaştığı, ortak vatan esprisiyle hareket ettiği bir Türkiye Cumhuriyeti, bugün bölgede birinci güç olurdu.
Bahçeli, bu süreç başlamadan önce ne dedi? Dedi ki, “Orta Doğu'da büyük bir değişim süreci var, umarım bu bizi etkilemez.”
BAHÇELİ’NİN O ANALİZİ BİR KORKUYU İFADE EDİYORDU
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş kodlarını çok iyi analiz etmek lazım. Türkiye bölgede şekillenirken, “kurtuluş savaşı” denilen bir süreç yaşandı. Kürt ve Türk halkları, bölge halkları, bu coğrafyada yaşayan halklar birlikte direndi. Cumhuriyet öyle inşa edildi. Fakat Cumhuriyet'in ikinci ayağında dış güçlerin etkisi çok fazla oldu. Ve günümüze kadar da Türkiye Cumhuriyeti bundan kurtulamadı. Kendi başına karar alamadı mesela. O anlamıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin gerçekliğine, nasıl kurulduğuna, kodlarına daha sağlıklı bakmak lazım. Günümüzde çok bağımsızlıkçı geçiniyorlar. Bizim felsefemize göre, ulus devletlerin hiçbiri bağımsız değildir, olamaz. Bu, sistemin kuruluş mantığıyla ilgili bir şey.
Kapitalist sistemin işleyiş mantığı ve onun dayandığı form olan ulus devlet ilişkisi içerisinde hiç kimse bağımsız, yani hiçbir devlet bağımsız kalamaz. Sistem onu bırakmaz. Bağımsız olmak isteyenleri gördük. İşte Irak'ta Saddam, kendi başına hareket etmek istedi;
başına neler geldi. Suriye'de Esad rejimi sistemin dışında BAAS rejimi adında bir sistem kurdu ve sisteme kafa tuttu; onun durumunu biliyoruz. En son İran… Üzerinden çok geçmedi, daha neler olacağını da bilmiyoruz.
Bahçeli'nin uyarısı ve hassasiyeti yanlış değil yani. Orta Doğu, 90'lardan itibaren ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecini, müdahale sürecini yaşıyor.
Bu zihniyet yapısı ve bu politik yaklaşım, Türkiye'yi kendi içinde daha da kapanan ve aslında kendi içerisinde korkuyla yaşayan durumda. Bir korkuyu ifade ediyordu Devlet Bahçeli'nin o analizi. Türkiye bundan nasıl kurtulur, geleceğini nasıl garanti altına alır? Nasıl bölgede bir öncü ülke durumuna gelebilir? Ancak kendi içinde, iç barışını gerçekleştirmiş, kendi sosyolojisine uygun, kendi toplumsal gerçekliğine uygun bir yapılanmayı gerçekleştirebilirse bu tehlikeyi engelleyebilir.
Diyelim ki bugün PKK fesholdu, silahlar indirildi, bir süre mücadele olmadı, ama eğer çatışma zemini varsa, yani Kürtler varsa, halk olarak kendinin farkındaysa; diyelim ki başka halklar, Ermeniler kendinin farkındaysa, Çerkezler varlık bilinci edinmişse; tekçiliğe karşı her zaman direnirler. Yani sen ısrarla “Türk olacaksın ve bu şekilde yaşayacaksın” dedikçe -varlığın doğasında var-, varlık kendisini savunur. En basit canlılarda bile varlık olarak kalmak için direnç vardır. Cansız nesnelerde bile vardır. Şu masayı ilk vurduğunuzda kıramazsınız, direnç gösterir. Bu varlığın doğasında vardır yani.
Şimdi Kürtler 70’lerdeki gibi değil, artık varlık bilinci var. PKK'nin yarattığı bir Kürtlük var ve bu Kürtlük kendine güveniyor. O bilinç fesholmuyor. Evet utanan, kaçan bir Kürtlük vardı; şimdi öyle değil. Şimdiki, “ben varım ve özgürce yaşayacağım” diyor. Yani o saldırıdan çıkan, 24 Temmuz saldırısı ve sonrası yaşanan gelişmelerden çıkan temel sonuç, iç barışı sağlamaktır. Yani Kürtlerin temel asli unsur olarak devletle bütünleştiği bu pozisyon, sürekli karşılık üretiyor.
DEMOKRATİK ENTEGRASYON KOLEKTİF HAKLARIN TANINMASIDIR
Halkımızın kaygıları var, çünkü çok fazla özel savaş, çok fazla kavram kargaşası da var. Kavramların içi de boşaltılıyor.
Entegrasyon kelimesinin sözlük anlamı, bütünleşme. Fakat dikkat ederseniz, biz sadece entegrasyon kavramını kullanmıyoruz; demokratik entegrasyon diyoruz. Dünyada entegrasyon deneyimleri de var. Nedir mesela buradan çıkan sonuç? Entegrasyondan anladığımız şey ne? Bir varlığın, bir gerçekliğin, bir olgunun kendi bütünlüğünü koruyarak bir yapıya dahil olması. Türkiye Cumhuriyeti de bu kavramı kullanıyor, biz de. Bizim kullandığımız, demokratik entegrasyon. Yani biz diyoruz ki Türk Devleti demokratikleştikçe, biz bütünlük halinde, yani varlık olarak kendimizi dağıtmadan, kendimizi eritmeden ona dahil olacağız, onunla bütünleşeceğiz. Bunun asimilasyonist yaklaşımla farkı var.
Şimdiye kadar Türkiye Cumhuriyeti devletinin uyguladığı yöntem neydi? Asimilasyonist yaklaşımdı, yani inkarcılıktı. Diyordu ki, “sen ancak Türkleşirsen dahil olabilirsin, Türk olarak kendini tanımlarsan dahil olabilirsin. Senin komünal hakların, toplumsal hakların yok. Senin bir halk olmaktan kaynaklı hakların yok. Yani temel şey buydu, sen halk değilsin. Sen bireylersin. Özal da Kürt’tü, Malatyalıydı; cumhurbaşkanı oldu.” Yok bilmem “her Kürt eğer isterse devletin herhangi bir aşamasında yer alabilir, görev alabilir, önü açıktır.”
Fakat onların hepsi kendi Kürtlüğünü, kendi kimliğini inkar ederek bunu yapabilir. Bugün de var. Mesela bugünkü hükümetin içerisinde Kürt kökenli insanlar var ama ben Kürt’üm diyerek kendi kimliğiyle hareket etmiyor. Türk kimliğiyle hareket ediyor. Kendi kimliğini yadsıyarak bir şey olabiliyor.
Demokratik entegrasyon işte buna karşıdır. Demokratik entegrasyon, kolektif hakların tanınması anlamına geliyor. Kürtlerin bir topluluk, bir halk olarak tanınmasıyla ilgili bir şey. Demokratik entegrasyon bu demek. Öyle olursa Kürtler, cumhuriyeti tabii ki sahiplenecek, onun asli unsuru haline gelecek.
İNKAR ORTADAN KALKMIŞTIR
Biz bu sürecin bir al-ver süreci olmadığını ifade ettik. Biz bu sürece varırken şunu çok iyi analiz ettik, çözümledik. Geldiğimiz nokta nedir? 24 Temmuz saldırılarıyla ne oldu? 10 yıllık savaşla yine aynı noktaya döndük diye bir cevaba ulaştık birlikte. Bu süreci analiz ettiğimizde şunu görüyoruz. Evet, biz mücadeleyi yürütüyoruz, kaybetmedik, başarılıyız. Karşımızdaki güç bizi yok edemedi. Dikkat edin, bütün enerjisini buna harcadı son 10 yıldır? Yani maddi-manevi bütün enerjisini buna harcadı fakat diriliş güçlerini ezemedi, yok edemedi. Hatta bölgede Kürtlerin daha etkili bir hale gelmesinin önüne de geçilemedi.
O zaman Kürtler vardır, varlıkları kanıtlanmıştır, artık inkar bitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de, mevcut AKP hükümetinde de bir söylem değişikliği vardır. Bir de bunun en üst düzeyde, Devlet Bahçeli gibi Kürtlere karşı savaşta kendisini ortaya koymuş bir liderden, bir öncü kişilikten Kürt varlığının tanımlanması, “Kürt’süz Türk olmaz, Türk’süz Kürt olmaz” gibi bir söylemle ortaya çıkılması aslında artık inkarın ortadan kalktığı anlamına geliyor.
Bu, çözümü daha kolay hale getiriyor. Sadece çözüm de değil, bu bir zihniyet meselesi. O yüzden başta zihniyetle işe giriş yapmak istedim. Bir öncekinde karşı çıkıyordu ama şimdi diyor ki, “Kürtler vardır, bin yıllık kardeşiz, bir kardeşlik hukukumuz var”. Bu mevcut Türkiye Cumhuriyeti'nde bir paradigma değişikliği. Bu basit bir şey değil. Zihniyet, kavramlarla oluşur.
DEMOKRATİK SİYASETE ALAN AÇILMASINI İSTİYORUZ
Bu noktaya gelindiyse -biz şunu değerlendirdik- silahlı mücadeleyle devam etmek, bu mücadeleyi böyle sürdürmek demek, devlet hedefi demektir. Başka nereye varacaksın? Yani karşındakini yıkacaksın, ya o devleti ele geçireceksin ya da yeni bir devlet kuracaksın. Fakat biz paradigma olarak devlete karşıyız. Ve bu, bu süreçle ilgili bir şey değil. 2000 sonrası yaşadığımız bütün değişimler, devletçi toplum paradigmasından, devletçi paradigmadan, iktidardan, bunun formlarından kopmak içindi. Niye? Çünkü biz devleti bir kölelik aracı, bir baskı aracı, bir zor aracı olarak görüyoruz. O anlamıyla da kendi özgürlük, demokrasi anlayışımız, dünyaya bakış açımız, demokratik topluma dayalı.
Bizim almak istediğimiz şey, demokratik toplum. Hani deniliyor ya; “karşılığında ne alıyorsunuz, ne alacaksınız, ne istiyorsunuz?” Biz karşılığında demokratik toplumun açığa çıkmasını istiyoruz. Bunu örgütleme hakkı istiyoruz. Demokratik siyasete alan açılmasını istiyoruz. Bunun dışında biz başka bir şey istemiyoruz.
Bir ideali olan ve bunun için bu kadar ağır bedeller vermiş, can vermiş, kan vermiş bu coğrafyaya eşitlik, özgürlük, demokrasi, daha onurlu bir yaşam açığa çıkması için 50 bin şehit vermiş bir hareketiz biz.
Bizi demokrasi iddiasından uzaklaşmakla itham edenler açısından söylüyorum; olayı çok basitleştiriyorlar. Bizi bir siyasi parti konumuna indirgemeye çalışıyorlar. Biz Hareket olarak bir siyasi parti değiliz. DEM Parti ile bunu tartışabilirler. Belki de tartışılıyordur. Öyle düşünenler de vardır. DEM Parti cenahında da böyle olursa, biz onunla uzlaşırız diye düşünenler de olmuş olabilir. Ama Kürt Özgürlük Hareketi olarak bizim gündemimizde böyle bir tartışma yoktur, olamaz.
Bizim derdimiz; demokratik topluma, demokratik siyasete alan açılmasıdır; Türkiye'nin demokratikleşmesidir; eşitlik, özgürlük temelinde ilişkilerin yeniden inşa edilmesidir. Bu kadar bedeli bunun için verdik. Diğer yaklaşım, çok küçük düşünmektir.
Bu işi çözenin yanında dururuz. Kürt sorununu çözenin destekçisi oluruz. Kürt sorunu Türkiye'nin temel sorunu. Eğer bu sorun çözülürse Türkiye bayram yerine dönüşecek, değişecek, dönüşecek, güzel bir ülke haline gelecek. Evet sihirli bir değnek değil. Sorunlar hemen fırt diye ortadan kalkmayacak. Ama çözüm yolu açılmış olacak, umut gelecek. Nefes alacağız yani.
TÜRKİYE’DE İKİ ÇEŞİT MUHALEFET VAR
Türkiye'de iki çeşit muhalefet var. Biri gerçekten demokrasiye gönülden bağlı, Türkiye'nin gelişmesini isteyen, o anlamda kaygı duyan, bizim attığımız adımlardan da kaygı duyan… Yani acaba bunlar kullanılır mı diye… “Eğer Kürt Özgürlük Hareketi -tırnak içinde- tasfiye olursa geriye ne kalır? Türkiye'de kim direnir?” kaygılarıyla hareket eden ve bize görüşlerini iletmek isteyen çok duyarlı dostlarımız, siyasi bir yapı vardır. Bir böyle muhalefet var, bir de diğer uçtan milliyetçi bir muhalefet var; ikisini birbirinden ayırmak lazım.
Şimdiye kadar Türkiye'deki genel muhalif güçler, -CHP de başta olmak üzere Yeni Yol Grubu- yapıcı bir yaklaşım içerisinde oldular. Yani bu sürecin gelişmesini isteyen, destekleyen, bu anlamıyla da destek vereceklerini açıklayan bir konumda oldular.
Mesela Özgür Özel'in tutumları da gerçekten sürecin gelişmesine katkı sağladı. Yani iktidar cephesi sorunu tanımlamaktan kaçarken, Özgür Özel'in önderlik ettiği bu kesim, “Kürt sorunu var, Kürt sorununu çözmeliyiz” dedi. O anlamıyla işin en esaslı yerine dokundu. “Kürtler, sorun var diyorsa vardır” dedi. Bunlar çok değerliydi. Eğer bazı adımlar böyle atılmaya devam ettiyse veya iktidar kanadından ısrar devam ettiyse, muhalefetin bu tutumunun rolü kesinlikle oldu.
Fakat “Türkiye'nin temel sorunu demokratikleşmedir; Türkiye demokratikleşirse Kürt sorunu çözülür” şeklinde denklem kuran bir kesim de var. Bunu tehlikeli gördüğümü söylemek istiyorum.
Evet doğru söylüyorlar. Bu da bir doğru. Fakat Türkiye'nin demokratikleşmesi için bu sorunun çözülmesi lazım. Biz kendimizi ölçü yapmıyoruz. Yaşadıklarımız ortada, Türkiye'nin yüz yılı ortada. En yakın, yakıcı gerçeklik olarak son elli yılı ortada. Türkiye'yi alt üst eden bir gerçeklik olarak bu ortada.
O anlamıyla muhalefet cephesinin süreci sahiplenen, öneriler sunan, projeler oluşturan; o anlamıyla olur olmaz, güveniyoruz güvenmiyoruzdan ziyade kendine güvenen bir yaklaşımı söz konusu. Yoksa “Ben Erdoğan'a güveniyorum ya da güvenmiyorum” üzerinden siyaset yapılmaz.
Ben şöyle diyorum; gelsinler, birlikte demokrasi cephesini kursunlar. Demokratikleşme olacak mı, olmayacak mı diye böyle zar atacaklarına, içine girsinler. Bu sorularına kendileri cevap versin. Yani bir sihirli değnek yok, başkası gelip bunu yapmayacak. Türkiye'nin demokrasi güçleri demokrasiyi oluşturacak, demokrasiyi geliştirecek.
DEMOKRASİ OLACAKSA HERKES İÇİN OLMALI
Ben bu süreci okurken birkaç parametreden bakıyorum. Mesela biri şu: Cumhur İttifakı bu süreci böyle bir dayanak yaparak aslında muhalefeti sindirmek istiyor. Biz bunu doğru bulmuyoruz, buna karşıyız. Bu yanlış! Demokratik Toplum ve Barış Süreci gelişecekse, Türkiye'de iç cephe güçlenecekse, bunun içerisinde başta CHP olmak üzere, Türkiye'deki siyasi yapıların hepsi varlık bulabilmeli, kendini ifade edebilmeli. Böyle zor yöntemiyle yaklaşım göstermek, Türkiye ortamını geriyor, kaygılı hale getiriyor, barışa ve demokratik topluma desteği azaltıyor. Geriye çekiyor çünkü kaygılar oluşuyor. “Böyle yapan bir hükümetten, devletten çözüm gelişmez. Aslında Kürtler kandırılıyor ya da başka bir anlaşma, uzlaşma var” şeklinde bir yere gidiyor. Böyle olunca da Türkiye’de demokrasi cephesi zayıflıyor.
Türkiye siyasi hayatında rol oynayan herkesin sağduyuyla ve sorumlulukla yaklaşması lazım. Bu süreç gerçekten yeni Türkiye inşa süreci ise, Türkiye'nin ikinci yüzyılı gerçekten demokratik cumhuriyetle taçlanacaksa, herkesin üzerine düşen sorumluluğu yapması lazım. O anlamıyla başta belediyelere yönelik kayyum atamaların ortadan kalkması lazım. Böyle devam ederse süreç daha fazla gerginleşir. Bunlar hem süreci zorluyor hem de aslında aba altından sopa göstermek gibi bize gösterilen bir şey oluyor.
Daha önce Kürt demokratik siyaset alanına yapılanları biliyoruz. Kayyum atanmayan belediye kalmadı. Bütün ağır uygulanmalar önce oraya oldu. Gördüler ki Bakurê Kurdistan'da halkın iradesi sindirilemiyor, şimdi DEM Parti yeni bir odak olarak şekillendirilmeye çalışılıyor, muhatap alınıyor.
O anlamıyla muhalefete dönük bu saldırıların durması gerekir. Demokrasi olacaksa herkes için olacak.
Bazen ilkel milliyetçi kesimlerde şöyle yaklaşımlar çıkıyor anladığım kadarıyla: “Kürt illerindeki belediyelere kayyum atanırken bunların sesi çıkmadı.” Öyle değil. Biz o kadar dar bakamayız. Dediğim gibi, bizim derdimiz, ideallerimiz daha büyük.
DEMOKRATİK TOPLUM VE BARIŞ GRUBU, DEMOKRATİK SİYASETE HAZIRLIK YAPIYOR
Öncelikle Demokratik Toplum ve Barış Grubu’nu, bu eylemi yapan arkadaşlarımızı selamlıyorum. Gerçekten çok başarılı bir eylemdi, etkisi çok iyi oldu. Gurur verici bir tören oldu; öyle söyleyebilirim. Hem disiplinleri hem duruşlarıyla, yarattıkları havayla, Önder Apo'nun ortaya koyduğu çağrıya tam bağlılığı ortaya koymalarıyla herkesi etkiledi sanırım.
Bu grubu “sembolik bir grup” diye tanımladık. Aslında törenden sonra bazı röportajlar yaptılar, öyle hemen çekilmediler. Törenden hemen sonra röportajlar verildi. Orada neden böyle bir eylemin içerisine girdiklerini ifade ettiler. Arkadaşlarımız tabii ki yeni döneme yoğunlaşıyorlar.
Niye silah yakıldı ya da silah bırakıldı? Silah yakma eylemi niye oldu? Demokratik siyasetin önünün açılması için silahlar yakıldı. Şimdi grubumuz demokratik siyaset üzerine yoğunlaşıyor ve hazırlık yapıyor. Çünkü belli bir amaç için yapıldı. Arkadaşlarımız yasal, anayasal durum netleştikçe, oluştukça katılacak. Koşullar oluşursa, yani yasal güvenceler verilirse zaten dönülür. Bunun için yapılıyor.
Bizim için bu süreç, bir mücadeleden vazgeçiş dönemi değil ki! Mücadele yöntemini, örgütlenme biçimini değiştiriyoruz ama demokratik Türkiye, özgür Kürdistan, özgür yaşam, yeni yaşam, kadın özgürlüğü, ekolojik kırımı durdurmak; yani bu toprakların, bu coğrafyanın daha yaşanılır hale gelmesi, demokratik sosyalizm bizim ideallerimiz. Bunlar bizim amacımız, hedefimiz; biz bundan vazgeçmiş değiliz. Sadece bir örgütlenme modeli olarak partiye ve bunun ulusal kurtuluş stratejisine dayalı silahlı mücadele yöntemine son verilmiştir.
Türkiye’ye tören günü gitselerdi ne olurdu? Tutuklanırlardı. Ne diyorlar, “bizim temel gayemiz özgürlük, biz özgürlük aşığı insanlarız. Niye gidelim, kendimizi Türk devletinin zindanlarına koyalım?” Bu eylemin amacı şuydu: Bizim aldığımız kararlara bağlılığımız, bu konudaki güven verme çabamız, irade ortaya koymamız...
Bu grup dar ve geniş anlamıyla iki şekilde ele alınabilir. Dar anlamıyla bu grup ne yaptı? Sembolik bir eylem yaptı. Dedi ki, “Ben demokratik toplum ve barış sürecinin gelişmesi için silahlarımı yakıyorum.” O anlamıyla herkese bir mesaj verdi.
KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Besê Hozat, bu grubun başındaydı. PKK Merkez Komite Üyesi Behzat Çarçel bunun içindeydi. Bu grubun öncüsüydü. PAJK Meclis Üyesi Tekoşîn Ozan bunun öncüsüydü. Heval Tekin, KCK Yürütme Konseyi Üyesi olarak içindeydi. Ve arkasında duran topluluk da öyle sıradan bir topluluk değildi. Araştırın; bu arkadaşların sicilleri ortadadır. Verilmiş, yani biliniyor. Bu arkadaşların hepsi deneyimli. Yani öyle oluşturuldu, öyle seçildi.
Niye böyle yaptık? Çünkü biz silah bırakma, silahsızlanma sürecine nokta koymak istiyoruz. Bu tartışma bu törenle bizim tarafımızdan bitmiştir. Muhtevası, taşıdığı anlam itibarıyla söylüyorum. Deniliyor ya silah bırakma temel şeydir. Bizim için bitmiştir.
Arkadaşlarımızla beraberiz. Komünal tarzda yaşıyoruz. Komün örgütlenmelerimiz var, topluluk halinde yaşıyoruz. O anlamıyla geçmişte biz nasıl birbirimizi savunduysak bundan sonra da birbirimizi her koşulda savunacağız. Şimdiye kadar başkası mı geldi bizi savundu? Öyle olmadı. Her yerde kendi savunmamızı kendimiz alıyoruz. Sonuçta silah yakınca bir daha silah almayacak.
Sembolik olması itibarıyla bunu biraz izah etmek istedim aslında. Yani öyle sıradan bir tören olmadı, sıradan bir grup gitmedi. İşin anlamına göre yaklaşmak lazım.
Diğeri bizde de farklı şeyler uyandırıyor. Acaba bunlar teslimiyet görüntüsü mü vermek istiyor, başka şeyler mi yapmak istiyorlar? Mesela biz de rahat değiliz. Biz de kaygı yaşıyoruz tabii ki. Yani o anlamıyla şunu söyleyebilirim. Bir daha böyle törenlerin olacağını kimse beklememeli bence. Olmamalı da. Ne gerek var bu işi şova dökmeye. Verilmesi gereken mesaj verildi, söylenmesi gereken söylendi, kararlılık ortaya koyuldu.
Heval Besê bıraktıktan sonra, kim diyebilir dağdakilerin elinde silah var. Bu işin birinci dereceden sorumlusundan bahsediyoruz.
Hani yeni adımlar olur ya da olmaz. Elbette bu süreç karşılıklı adım atarak gidecek. Bunun farkındayız. Gelinen noktada silah bırakma ya da silahla ilgili tartışmayı tamamlamak lazım. Biz bunu yaptık ama aslında buna bile gerek yoktu. Çünkü biz PKK kongresi yaptık, silahla mücadele stratejisini sonlandırdık. Bundan ötesi var mı?
Yapılması gereken zaten kongrede yapıldı. Yani bizi sürekli şöyle tutmak, özel savaşın oyunu. Bence Kürtler, demokratik kamuoyu ve duyarlı medya buna dikkat etsin. Sürekli güven verecek unsur Kürt tarafı değil. Yapılması gerekenler yapılmıştır, söylenmesi gerekenler söylenmiştir. Bunu birinci dereceden Cumhur İttifakı'nın liderleri de teyit etti.
Mesela “yeni bir döneme girdik” diyen Erdoğan, nasıl bu sözü söyledi? Yeni bir Türkiye'ye nasıl girildi? Kendi çabalarıyla girmediler. Bunun koşullarını biz hazırladık. Bu konuda bizi samimiyet testine kimse koymamalı artık. Şu anda samimiyet testinde olan karşı taraftır.
Erdoğan tüm süreç boyunca kenarda kaldı. Bu bayağı tartışma da yarattı Türkiye siyasi ortamında, medyasında. Evet, bir iş bölümüydü. Fakat Cumhurbaşkanı düzeyinde sürecin sahiplenilmesini önemli görüyoruz.
Çok abartmamak da lazım ama vurguları önemliydi. Bir tarihsel gerçekliğe vurgu yapması önemliydi. Yani bir Türk-Kürt İttifakı oluşacaksa... Evet, o Arap şeyini de kattı ve bir Misak-ı Milli projesi çizdi. Neo Osmanlıcılık temelinde de çizdi. Doğru değerlendirilirse, bölge halkları açısından bir ittifak zeminine de dönüştürülebilir. Ona da hemen böyle karşılık vermek yanlış olabilir.
Evet, olumluydu ama somut adım ne Devlet Bahçeli’nin ne de Erdoğan'ın söyledikleri açısından tam hayata geçmiş durumdadır. Bu bir sorundur.
Evet, bir gündem oluştu; bunu da olumsuzlamamak lazım. Bu çocuk işi değil, öyle hemen “ha” deyince olacak bir şey de değil. Evet kararlar alınmalı ama şunu söylemek istiyorum. Her şeyin bir zamanı var. Karşı tarafta yapılan adımları da görmek lazım. Yani atılan adımlar var, bir tartışma var; onu cesaretlendirmek, önünü açmak lazım.
Türk devlet zihniyetini düşündüğümüzde, bu kolay bir şey değil. O yüzden mesela şu kıyaslamalar da çoğu zaman yerini bulmuyor: İşte Batı'da, Avrupa'da, şu ülkede ETA bilmem şöyle bıraktı, IRA şöyle yaptı, bilmem şu örgüt böyle gelişti. Evet, oralardan da ders çıkarmak lazım ama bizim de bir sosyolojimiz, bir gerçekliğimiz var. Karşımızda savaştığımız gerçekliğin bir sosyolojisi var. Bunu doğru anlayarak adımlar atmak ve öyle beklenti içerisine girmek lazım. Mesele iktidar kanadının ne yaptığından çok, toplumun beklenti halinde kalmaması.
BU KOMİSYON DEMOKRATİK ENTEGRASYON VE ÖZGÜRLÜK YASALARINA YOĞUNLAŞMAK DURUMUNDA
Biz komisyon kurulsun diye çok ısrar ettik. Bunun bir amacı, bir nedeni vardı. Bunun sadece Cumhur İttifakı'nın alanından çıkarak, bir Türkiye konusu olmasını istedik. Eğer öyle olmazsa süreç akamete uğrayabilir, toplumsallaşmasının önünde daha fazla engeller çıkabilir.
Bir de gerçekten yeniden yapılanan Türkiye Cumhuriyeti'nin temel konusundan bahsediyoruz. O yüzden komisyonun oluşması önemli.
Bu komisyon, anayasa yapacak bir komisyon değil. Bu komisyon demokratik entegrasyon ve özgürlük yasalarına yoğunlaşmak durumunda. Şu anda geldiğimiz nokta, silahlar da bırakıldı; ne olacak? Belli ki devlet cenahı, devlet kanadı, bu işe girişenler, gereken hazırlıkları aslında zamanında yapmamışlar. Belli ki beklemiyorlarmış. Demek ki böyle bir sürecin gelişme olasılığını az bulmuşlar. Zaten Önderlik inisiyatifiyle yürüyor. Önder Apo yürütüyor. Şimdiye kadar Önderlik, tek taraflı inisiyatifiyle yürüttü. Onun iradesi ve çabası olmasaydı, bu kadar hızlı yol alınamazdı.
Bu konuda komisyonla ilgili söyleyebileceğim iki konu var. Biri, süre. Çok zamana yayılıyor. Söylemle eylem birbirini tutmuyor. Söylemler hızlı olsun. Onlar, “Bir an önce silahlar bırakılsın” gibi bir şey tartışıyor. Ama bu, bir oldu bittiye gelemeyecek bir süreç.
Çünkü mesele artık silahları bırakıp bırakmama değil. Türkiye'nin demokratikleşmeye adım atması, demokratik siyasete adım atması, değişim ve dönüşüme hazır hale getirilmesi. Bu komisyon için, Hareket olarak da eleştirimiz budur; çok zamana yayılıyor.
Evet, iktidar kanadı diyor, “hızlı yürüsün” ama kendisi hızlı yürütmüyor. Daha hızlı yürüyebilirdi.
Devlet bürokrasisi, hareketler gibi değildir, daha ağır işliyor. Onun farkındayız fakat bugün Türkiye'de, mevcut hükümet, özellikle de Erdoğan bir şeye karar kıldı mı, onu yaptırabiliyor. Demek karar, irade eksik.
11 Temmuz'daki silah bırakma eyleminden sonra, Erdoğan'ın yaptığı açıklamalardan sonra bu karar ve irade pratiğe yansıyacak mı? Söyleme kısmen yansıdı; bakalım pratiğe yansıyacak mı? Onu göreceğiz.
Nitelik açısından da işlevli olmalı bu komisyon. Meclise yasa tasarıları hazırlayabilmeli ve onları güçlü bir şekilde tartışabilmeli. Bir; demokratik entegrasyon yasaları, bir de özgürlük yasaları hazırlayabilmeli. Bunlar olmazsa bizim attığımız adımlar havada kalır, berhava olur yani.
PARADİGMAYI EGE’DEKİ KÜRTLERE DEĞİL; EGE’DEKİ ÇERKESLERE, RUMLARA ANLATSINLAR
İçinden geçtiğimiz süreç, bir değişim ve dönüşüm süreci. Öncelikle bunu herkesin böyle tanımlaması lazım. Türkiye değişiyor, siyasal ortamı değişiyor. Değişmek zorunda; yoksa tehlikelerle karşı karşıya.
Bu değişim ve dönüşüm sürecinde kim inisiyatif koyarsa, o belirleyici hale gelir. Mesela değişim ve dönüşüm anlarında irade ortaya koyabilen, görüş ortaya koyabilen bir yaklaşımı çok önemli görüyorum.
Türkiye'de bir ideolojik bunalım var, Türkiye devleti bir kimlik sorunu yaşıyor, nasıl olacağını tartışıyor. “Ümmetçi mi olacak, laik mi” şeklinde tartışmalar var. Böyle bir kriz var. Biz bunu “laikler”, “ümmetçiler” diye tartışmıyoruz. Ümmetçiler, AKP ve MHP, Cumhur İttifakı kanadı oluyor. Laikler, belli bir ulusal kesim oluyor. Biz kendimizi demokratik toplumcu olarak tanımlıyoruz. Demokrasi kanadını biz temsil ediyoruz.
O yüzden beklemenin zamanı değil. En küçük birimden en gelişkin topluluklara kadar; yani mahallelerdeki meclislerden, köylerdeki yapılanmalara, belediyelere kadar, sivil toplum kuruluşlarına, barolara; yani sayabileceğimiz tüm yapılara kadar tartışma yürütmeli, öneri geliştirmeliler. Sürece aktif katılım için hareketlik içerisinde olmalılar. Böyle olursa demokratik toplum olunabilir. Demokratik toplum böyle açığa çıkar. Demokratik toplum aktif, eylem içerisinde olan toplumdur. Eylem dediğim, bir örgütlülük demek; taş atmak demek değil. Konuşmak da bir eylemdir.
Şu anda biz bir eylem içerisindeyiz. Yani bir şey yapıyoruz. Bir şeyi eylemek lazım.
Beni m Türkiye ve Kürdistan toplumuna bu konuda eleştirilerim var kişi olarak. DEM Parti'ye eleştirilerim var. Evet, belli bir çalışma yürütüyorlar. Fakat onların da hem temposu ağırdır hem de yüzeydedir. Çalışmaları yüzeyde görünüyor yani, derinde değildir. Toplumun kılcal damarlarına nüfuz eden temelde değildir.
İkincisi; Kürdistan'la sınırlı. Türkiye'de demokratik toplum paradigmasını, demokratik toplum ve barış çağrısını Türkiye toplumuna diyorum ama gidip İzmir'deki, Mersin'deki, Çukurova'daki Kürtlere anlatmalarından bahsetmiyorum. Evet, onlar yapılıyor ama Karadeniz'deki Lazlara, Ege'deki halklara, Çerkeslere, Rumlara, Türkmenlere anlatsınlar. Niye bu alanı milliyetçilere, sağ cepheye bırakıyorlar? Oysa ki bütün bunların çaresi, çözümü Önder Apo'da. Niye taşımıyorlar? O anlamıyla böyle bir eleştirim, böyle bir gözlemimiz var.
BU SÜRECE KADINLAR DAMGASINI VURACAK
Bu süreçte kadınların rolü giderek daha fazla öne çıkıyor, çıkacak da. Çünkü demokratik toplum ve barış süreci, aslında kadınların damgasını vurduğu bir süreç olacak. Doğası gereği de böyle.
Demokratik toplum, kadının özgürlük temelinde katıldığı toplumdur. Yani eğer biz demokrasiyi, demosun özgürlüğü, halkın özgürlüğü olarak tanımlıyorsak ve aslında halk dediğimiz şey de kadın etrafında oluşan yapılardan oluşuyorsa, kadının daha fazla öne çıkacağı bir süreç olacak.
Özellikle son on yıllık savaş, genelde de Türkiye Cumhuriyeti'nin inşa ettiği kadınlık ve erkeklik formları, kadını nefessiz bıraktı. Yani nefessiz bir kadın gerçekliği var bugün. Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında her gün katlediliyorlar, her gün şiddete maruz kalıyorlar.
Dikkat edin, siyaset alanında DEM Parti'yi çıkartın, geriye bir erkek cenahı kalıyor, erkeklerin yürüttüğü bir siyasi alan kalıyor.
Demokratik Toplum ve Barış Grubu, Besê arkadaşın öncülüğünde, bir özgür kadın öncülüğünde yürütüldü, gelişti. Kongre süreçlerimizi izlediniz; kadınlar bu sürecin öncüsüdür. Hareketimiz içerisinde de kadınlar bu sürecin gelişmesi için çok büyük bir emek harcıyor. Bir iddia ve kararlılık pozisyonunda. Şimdi bizin şöyle bir iddiamız var: Demokratik siyaset alanı açılır ve onun koşulları oluşursa, demokratikleşme mücadelesini özgür kadın çizgisi temelinde zirveye taşıracağız.
Karşıtlarımızda bu konuda biraz korku olabilir. Yani bu kadınlardan korkabilirler. Çünkü hem AKP hem MHP, erkek egemenlikli zihniyet etrafında şekillenmiş, kadını geleneksel rollere kapatmak isteyen ve öyle ele alan bir yapı. Biz ise kadın özgürlüğüne dayalı yeni bir toplum müjdesi veriyoruz. Kadın özgürlüğüne dayalı, özgür kadınla yaşayacak yeni bir yaşam alanı inşa edeceğimizin sözünü veriyoruz. Herkesi de buna davet ediyorum.
SURİYE GERÇEKLİĞİNE GÖRE BİR YAPILANMA OLMALI
Öncelikle 19 Temmuz Devrimi’ni 13. yılında kutluyorum. Şehitlerimizi saygıyla anıyorum. Bu devrime emeği geçen tüm halkımızı saygıyla selamlıyorum.
Bu 13 yıl, hem Kürt toplumu hem insanlık değerleri açısından çok önemli sonuçlar açığa çıkardı. Rojava Devrimi’ni sadece bir Kürt devrimi olarak görmemek, tanımlamamak, onun içerdiği muhtevayı doğru anlamak gerekli. Bunun yeterince değerlendirildiğini, işlendiğini, anlatıldığını düşünmüyorum. Bu da Rojava Devrimi’ne dönük bir eleştiri olarak görülürse iyidir. Çünkü Rojava Devrimi, DAİŞ’i yendi, DAİŞ karanlığını yırttı. Kadın özgürlüğünün sembolü olduğu, demokratik komünal örgütlenme ve yaşamın bir model haline dönüşebileceğinin bir örneği oldu, “başka bir yaşam mümkün” diyenlere bir soluk oldu.
O anlamıyla 19 Temmuz Devrimi’nde bazı şeyler tam istediğimiz gibi, tam hayal ettiğimiz gibi gerçekleşmemiş olabilir. Fakat doğru adım atılmıştır 19 Temmuz Devrimi’yle.
Şimdi 19 Temmuz Devrimi, Dürziler, Aleviler, Kürtler, Türkmenler, Araplar açısından demokratik ulus felsefesi, paradigması, formu temelinde yaşanabileceğinin de göstergesi oldu.
Fakat dikkat edilirse kavga bunun üzerinedir. Yani Suriye'de sistem nasıl şekillenecek? Türkiye ve diğer bölge ülkeleri alternatif bir toplum modelinin açığa çıkmasından korkuyorlar. Kendi mevcut sistemlerini destekleyecek yapılar oluşturmak istiyorlar. Bu yüzden de Suriye'nin içerisine çok fazla müdahale var. Bunun çok iyi görülmesi lazım.
İkincisi; mevcut Şara yönetimi hala sınavlarını geçmemiş. Sicili de kötü. Böyle bir yönetimden Suriye sosyolojisine uygun bir toplum yapılanması açığa çıkartması bekleniyor. Biz bunun tehlikeli, riskli olduğunu görüyoruz.
Çözüm şöyle: Suriye'deki gerçekliğe, sosyolojiye uygun bir örgütlenmenin, yapılanmanın gelişmesi lazım. Mevcut dayatma nedir? Suriye Arap devletini inşa etmektir. Fakat orada yaşayan halklar, inançlar, gruplar belki de Türkiye'den daha fazla çoğulcu bir yapıya sahip. Dürzi’si, Türkmen’i, Kürt’ü, Arap’ı, Ermeni’si, Asuri’si, Süryani’si, Alevi’si, diğer inanç grupları var. Şimdi böyle bir coğrafyaya tek ulus devlet elbisesini giydirmeye çalışırsanız ne olur? Kara faşizm olur. Ne olur? Katliam olur. Oluyor da.
Bu konuda hep şunu söyledik: Bu gerçekliğe uygun bir yapılanma olsun, bunun da temeli demokratik ulustur. Halkların birlikte yaşadığı demokratik uluslaşma, bu coğrafyanın çözümü olabilir.
Fakat Dürzi katliamını örgütleyen, bazı güçleri yönlendiren kesimlerden birinin de Türkiye olduğu bilgisi geliyor. Çok tehlikeli. Niye böyle oluyor? Mesela Türkiye niye böyle yapıyor? Bir yandan Misak-ı Milli’yi tartışırken, bir yandan bunu yapamaz. Çekilmeli oradan.
Her halkın, her grubun, her varlığın kendisi olarak yaşayabildiği, öz yönetim hakları ile yaşayabildiği, kendi kendisini yönetebildiği bir düzenden bahsediyorum.
Dünyada ulus devlet modeli, sadece işte Irak'ta, Türkiye'de ya da başka ülkelerde, Orta Doğu'da gördüğümüz gibi tekçi değildir. Çoğulcu ulus devlet modelleri var. İskoçya'da var, İsviçre'de var. Amerika'nın kendisi eyaletler sistemiyle yönetiyor. Ülkeler de bölünmüyor. Eğer bir halk, bir ulus, bir varlık sürekli dışarıdan müdahaleye uğradığını düşünürse, yabancıya direnmekten başka yol bulamaz. O yüzden Suriye'de gereken şey, Demokratik Ulus İttifakı'dır.
Türkiye HTŞ’ye yardım ediyor. Çünkü bir meşruluğu yok. Şu anda mevcut hükümet ve askeri güçleri çok meşru olmadığı için yardıma ihtiyaç duyuyor. Suriye'deki yönetimin meşruiyet sorunları var. Tanınmamış çeşitli kurumlar tarafından. Fakat Türkiye kendi kanallarında da “Suriye ordusunu biz yapılandıracağız” diye açık açık tartışıyor. Bilmem şu Türkmen kökenlidir, şu geldi, şurada o kadar eğitim verdik; aslında kendi bağlantılarını da dile getirerek meşrulaştırma girişimi içindeler.
Bence Hakan Fidan'ın kendisi Suriye'yi karıştırmaktan geri dursa daha iyidir. Oradaki halklar oturarak kendi çözümlerini bulabilirler. Oraya tekçi bir Sünni Arap modelini dayatmak, katliamdır. Katliamı teşvik etmektir. Bununla biz ne yapmak istediklerini anlıyoruz. 50 yıldır bu coğrafyada biz de siyaset yapıyoruz. Önce Alevi katliamı, şimdi Dürzi katliamı. Önce Alevilerin varsa örgütlü yapısını dağıtmak, şimdi Dürzilerin ilan ettikleri özellikleri dağıtarak orada Rojava Devrimi'ni yalnızlaştırıp Şara güçlerini oraya sürmek istiyorlar. Orayı öyle teslim almak istiyorlar.
“Entegrasyon süreci” diyerek Mazlum Abdi ve ekibine gidiyorlar, görüşme yapıyorlar. Bundan memnun değil Türkiye. Türkiye istiyor ki orada ne bir savunma gücü kalsın, ne bir öz yönetim gücü kalsın. Böyle oradaki Kürtler, Kürtlüklerinden vazgeçsinler. Desinler ki biz Suriye Arap Devleti'nin üyesiyiz. Ama bu mümkün değildir.
Bunun mümkün olmadığı, her gün yaşanan krizlerden belli. Her gün katliamın yaşadığı bir yerde Kürtler kendisini var eden dinamiklerini nasıl tasfiye edecek? Bir savunma gücü kurmak ve korumak zorundalar. Çünkü katliam tehdidi var. Dürziler katledildi; nasıl oradaki Kürtler silah bıraksın? Ya da neden bıraksın? Yani akıl karı değil. Çünkü bir güvencesi yok. Bakın, Dürziler bile bize “yardımcı olun” dediler.
Önderliğimizin bir tespiti vardı yıllar önce. Demişti Kürt sorununun çözümü evrensel çözümdür. Kürt sorunu öyle bir muhtevada ki, yaşayacağı değişim sadece bölgeyi değil, dünya sistemini, dünyayı etkileyecek. O yüzden de bu işle ilgilenenler, muhataplar şunu çok iyi biliyorlar. Herkesin müdahil olmak istediği bir konudur Kürt sorunu. İşte ABD'si, İsrail'i, İngiltere'si. İngiltere bu sorunu başlıca yaratanlardandır.
Bölgede İran'ın, diğer güçlerin, herkesin müdahil olmak istediği ve kendi çıkarları doğrusunda kullanmak istediği bir konudan bahsediyoruz. Kürtler dört parçaya yayılmış, dört ülkede varlar. Varlıkları, durumları, politikaları, akılları belirleyici. O yüzden tabii ki ABD de, İsrail de bu güç üzerinde etkili olmak istiyor. Bunu biliyoruz. Fakat derseniz doğrudan bir temas var mı? Doğrudan bir temas, bir ilişkimiz yoktur. Çeşitli şekillerde etkileme ve yönlendirme çabası vardır. Şöyle sorarsanız, bunlar istiyor mu bu sürecin gelişmesini? Ben de katılıyorum, istemiyorlar böyle bir sürecin gelişmesini. Çünkü Türkiye'yi kıskıvrak bağlayan sorun, bu sorun.
Bu konunun böyle gündemde tutulmasının ikinci boyutu da özel savaş. Hep “şunun maşası”, “bunun oyuncağı”, “şunun paravanı”, bilmem “şunun kullanım aleti” gibi. Bunları yöneten ABD'dir, İsrail'dir. Dönüp aynaya bakmaları lazım yani. Bütün icazetleri nereden alıp nasıl konuştuklarını biz biliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin nasıl inşa edildiğini de nasıl yönetildiğini de biliyoruz.
O anlamıyla bizi etkilemek isteyen güçler vardır, farkındayız. Biz Kürt halkının geleceği, çıkarları, özgür yaşamı, onun demokratik toplum temelinde varoluşu için hem yoğunlaşıyoruz. Hem tartışıyoruz, hem gerekli tedbirleri alıyoruz, eyleme de gerektiğinde gidiyoruz.