Aydın, yazar, gazeteciler dahil Türkiye'nin demokratikleşmesi için çaba içerisinde olan insanların en büyük yetersizliğinin kendilerini yeterince örgütlememesi olduğuna dikkat çeken Andok, “Herkesin el birliğiyle Barış ve Demokratik Toplum Sürecine sahip çıkması olmazsa olmazdır. Onlarsız olmaz” diye konuştu.
KCK Yürütme Konseyi (YK) Üyesi Xebat Andok, Kürt meselesinin demokratik çözümüyle ilgili sürecin Medya Savunma Alanları’nda nasıl takip edilip değerlendirildiğini, savaş ve barış süreçlerinde medyanın durumunu ve medyanın kullandığı dilin topluma etkilerini gazeteci Erdal Er’e değerlendirdi.
Xebat Andok’un Medya Haber Tv’de yayınlanan değerlendirmeleri şöyle:
Bilişim, iletişim teknolojisinde çok yoğun değişiklikler oldu. Bilgiye ulaşma imkanları da fazlasıyla gelişti. Televizyonları yoğunluklu bir biçimde takip ediyoruz. Yanı sıra dijital medya alanında gerek yazılı gerek görsel bütün gelişmelere kısa sürede ulaşma imkanımız var.
Genel olarak izleme durumumuz var. Bu hem temsil etmiş olduğumuz kimlikten kaynaklanıyor hem de uğraşmış olduğumuz sorunlarla bağlantılı bir durum. En nihayetinde şu anda 3. Dünya Savaşı denilen bir sürecin içindeyiz. Bir süredir Orta Doğu merkezli yürütülüyor ve gelinen aşamada Kürdistan bu savaşın merkezi haline gelmiş durumda.
Dolayısıyla dünya güçlerinin de temel gündemlerinden birisi olduğumuzu biliyoruz. Bu temelde en öncelikli çözmek istediğimiz Kürt sorununa da bakıldığı zaman esas olarak küresel bir sorun. 20. yüzyılın başından itibaren küresel kapitalist sistemin yaratmış olduğu, halkımız başta olmak üzere Orta Doğu halklarının, Orta Doğu'daki bölgesel sistemin başına adeta bela etmiş olduğu bir sorundur; çözmemiz gerekiyor. Dolayısıyla hem bu yönüyle küresel güçlerin gündeminde olan bir konu, hem varlık ve özgürlük sorunları yaşıyor olmamızdan dolayı direkt bizim gündemimizde olan bir sorun; hem de karakteri gereği en az Orta Doğu'da dört devleti ilgilendiren bir konu olması itibarıyla da bölgesel bir sorun oluyor.
Bu yönüyle tabii ki herkesin gündeminde olan bir konuyla ilgili olduğumuz için, biz de yoğunluklu bir biçimde takip ediliyoruz, gözetiliyoruz, denklemler oluşturulurken hesaba katılıyoruz, denklem dışı tutulmak için çok yoğun bir çabaya maruz kalıyoruz.
Öte taraftan bir de bizim bir özgünlüğümüz var. Temel özgünlüğümüz Önderliğimizdir. Farklı bir duruşu temsil ediyor. Yani başta Kürt halkı olmak üzere bölge halklarına hitap eden, bölge halklarının sorunlarını halkların özgürlük eğilimi olarak çözmeye çalışan bir Önderlik.
Yanı sıra temsil etmiş olduğu ideolojik kimlik gereği, insani bir çıkışı temsil ediyor. Bütün kadınların, bütün toplumsal güçlerin, devletçi-iktidarcı sisteme karşı mücadele eden tüm toplumsal kesimlerin, kapitalist modernite koşulları içerisinde nasıl özgür ve eşit yaşamı inşa edebileceklerine ilişkin projeler sunan bir Önderlik ve etkisi giderek genişleyen, büyüyen bir Önderlik.
Bu yönüyle bir de sadece devletlerin takip ettiği bir Hareket, bir Önderlik, bir sorun değiliz.
Aynı zamanda devletçi ve iktidarcı güçlerin dışında bütün halkların, bütün kadınların, sisteme karşı mücadele eden tüm güçlerin de çok yoğunluklu bir biçimde takip ettiği, yüzünü döndüğü, ne dediğini anlamak istediği, nasıl örgütlendiğini görmek istediği bir alan. Bu yönüyle aslında hegemonik güçler başta olmak üzere bölgesel güçlerin gündeminde olduğumuzu biliyoruz. Çünkü çok yoğun yönelimlerine maruz kalıyoruz. Yıllardır bu böyle, güncelde de bu yaşanıyor.
Öte taraftan kadınlar başta olmak üzere tüm toplumsal kesimlerin de gündemindeyiz. Yüzlerini döndükleri bir örgütüz; bir halk haline geldik, belli bir toplumsal sistemimiz var, bir mücadele örgütüyüz.
Dolayısıyla biz de yoğunluklu bir biçimde, büyük bir duyarlılık ve ciddiyetle hem egemen güçler açısından bize dönük mevcut olan gelişmeleri, hem de halklar, kadınlar, toplumsal kesimler nezdinde bize dönük mevcut olan ilgiyi, mevcut olan yaklaşımı anlamaya, takip etmeye çalışıyoruz.
ESAS OLARAK İDEOLOJİMİZİN GÜCÜNE DAYANDIK
Zorunluluktan silahlı mücadeleye başvurmamızdan kaynaklı, biraz silahlı yönümüz öne çıktı. Çünkü başka yol yok. Varlık sorunu yaşıyorsun, var olabilmek için mücadele yöntemi gerekiyor sana. Şu anda gündemde olan, örneğin demokratik siyaset kanalı gibi kanallar açık olmadığı için ve çok katı bir inkar politikası hatta soykırımcı, asimilasyoncu politikalar devrede olduğu için, buna karşı o şekilde mücadele ettik. Bunda bizim etkimiz var. Yani mecburiyetten öyle bir mücadele yöntemi tercih ediyorsun. Ama onun ötesinde esas olarak böyle bir algının oluşmasının nedeni, özel savaştır.
Onların kafasına göre, Kürt genel olarak “geri”dir. Hatta daha öteye götürürsek, Batı karşısında Orta Doğu geridir. İşte şehir karşısında köy geridir. Bunlar biliniyor. Kürtler zaten geridir. Ecevit gibi birisi bile ölünceye kadar, Kürtlerin sorununun aslında feodalizmden, şehirleşmemeden kaynaklandığını, köy-kent projeleriyle sorunun çözülebileceğini düşündü. Çünkü bize karşı mücadele yürütülüyor. Karşısında mücadeleyle yürüttüğün kişiyi kötü, zayıf göstereceksin ki ona karşı işlemiş olduğun suçlar meşrulaşsın. Tıpkı günümüzde Orta Doğu'ya her türlü saldırı yapıldığında, bunların özgürlük adına yapılması gibi.
Yoksa bizim Hareketimiz aslında savaşmaya başlamadan önce de ideolojikti. Mesela partileşme dönemimizde askerileşme ikinci dönemi temsil eder; birinci dönemimiz ideolojikleşme dönemidir. Yani partileşme dönemi dediğimiz birinci dönem ideolojikleşme dönemidir. Bir iş yapacaksan, bunun için önce anlaman, kavraman lazım, ne istediğini bilmen lazım. Kendini bir eğitim gücü olarak, eğitim hareketi olarak örgütlemen lazım.
Dolayısıyla şunu söyleyebilirim: Evet, askeri yönümüz de var; -dediğim gibi- var olma sorunu yaşadığımız için bu yönümüz öne çıktı. Bu noktada da varlığımızı garanti altına almak için elimizden geleni yaptık. O şekilde bir mücadele yürüttük.
Ama esas olarak bu mücadeleyi de yine ideolojimizin gücüne dayalı olarak yaptık. Çok yoğun bir eğitim, bir tartışma hareketiyiz. Yetersizlikleriyle beraber yoğun olmak isteyen bir sanat, bir kültür hareketiyiz. Özü itibarıyla adeta paramparça edilmiş, kendine ait olan tüm örgütlülükleri ortadan kaldırılmış olan bir halkı, yaşamın her alanında yeniden örgütlü hale getirme hareketiyiz. Varlığı bir araya getirme ve onu özgürlüğe doğru götürme hareketiyiz.
Dolayısıyla dar anlamda sadece askeri çalışmalarla yapılacak bir iş değil. Aslında bunu herkes de biliyor.
TÜRK MEDYASINDAN ZİYADE TÜRK DEVLETİNDEN NASIL ETKİLENİYORUZ?
Mevcut medya, -siz daha iyi bilirsiniz-, tümden iktidarın medyasıdır. Yani resmi ideoloji temelinde yayın yapan, güç dengelerine göre pozisyon alan bir medya. Bu yönüyle tabii ki tepeden tırnağa taraflı bir medya. Tarafını da resmi ideolojiden yana yapmış olan bir medya.
Medyadan etkilenmekten öte aslında Kürt olarak biz bu iktidarcı, devletçi sistemden, örneğin Türk devletinden nasıl etkileniyoruz? Örneğin bizde ne hissettiriyor? Çünkü medya onun medyası. Esas soru o. Varlığımız yok, kimlik yok, dil yok. Asimile etmek için bütün imkanlarını seferber ediyor. Ülkene çökmüş durumda. Ülkenin ismi yok. Dolayısıyla onurlu olan bir insanın asla kabul edemeyeceği ve o şekilde yaşayamayacağı bir şeyi sana hissettiriyor. Öfke hissettiriyor; çünkü senin varlığına saldırıyor. Seni sen yapan hiçbir şeyi kabul etmiyor.
Öte taraftan bir de fiziki saldırılar, kültürel saldırılar var. Bunları çok yoğunluklu bir biçimde ömrümüz boyunca yaşadık. Bizden öncekiler de yaşadı. Eğer bu durum değişikliğe uğramazsa ve Kürtler varlığını sürdürürse sonrakiler de yaşayacak. Dolayısıyla tek derdimiz, Kürtlerin varlığını garanti altına alabilmek, Kürtlerin Kürt olarak kendi vatanlarında yaşamalarını sağlayabilmektir.
İşte medya bunun sözcülüğünü yapıyor. Bunun dışına çıkamıyor. İktidarın yaklaşımı nasılsa o da öyle.
Bu son dönemde, bizim Barış ve Demokratik Toplum Süreci diye tanımladığımız bir süreç var. Bu süreç, bir sonuçtur. Neyin sonucu? Yüz yıllık soykırım politikalarının, katı inkar politikalarının sonuç vermediğinin bir sonucu. Tabii bu sonuç, onların az çaba gösterdiğinden kaynaklanmıyor. Deyim yerindeyse; her hükümet, her iktidar ellerinden gelen her şeyi yaptı. Bu çerçevede bakıldığı zaman, herhalde onlar da artık anladılar ki bitmiyor. Yani artık farklı bir rotaya girmek gerekiyor.
Biliyorsunuz bölgesel gelişmeler de var. Üçüncü Dünya Savaşı sürecindeyiz. Ulus devletler eskisi gibi kalamıyor. İşin doğasına, toplumun doğasına ters.
YALAN MEDYA İZLENMEZ
Medyaları sabahtan akşama kadar bizden bahsediyor. Örneğin; kendilerinin bulunduğu zeminde olan siyasi parti. Örneğin, DEM Parti ya da Kürt siyasetini temsil eden birileri.
Onlardan bile bahsederken her türlü şeyi söylüyorlar ama o kadar kapalılar, o kadar kibirli, o kadar üstenci, o kadar kendilerini farklı bir noktaya koyuyorlar ki; onlar hakkında her şeyi söylüyor ama onlardan bir tanesini bile programa alıp, “hele siz ne diyorsunuz” diye sorma gereği duymuyorlar. Onlara bile bunları yapan, bize çok daha ötesini yapıyor.
Bize ne hissettiriyor? Bizim cephemizde şöyle: Birçok arkadaşımız öfkeleniyor, izlemiyor. Çünkü yalan izlenmez. Hakikati kendisi biliyor. Hakikat kendisidir ve ondan bahsederken tepeden tırnağa yalan. Birçok arkadaşın tavrı böyle ama hele bu iktidar medyası ne diyor, Türkiye'de ne tartışılıyor diye takip etmek gerekiyor. Dolayısıyla o duygusal yönleri bir tarafa bırakarak akıl-duygu denklemini oturtarak izliyoruz tabii. İzlemek durumundayız.
TÜRK TOPLUMUNA EN BÜYÜK ZARARI MEDYA VERİYOR
Peki zararı yok mu topluma? Zararı çok fazla. Esasta insan ona üzülüyor. Bizim bir felsefik altyapımız, bir bakış açımız var. Gerçekten halka ediyorlar tüm bunları. Çünkü halk nihayetinde doğruymuş gibi bunları izliyor. Çünkü alternatif de yok. Devlet adeta bir tekelistan gibi yaşamın her alanına çökmüş durumda. Mesela kültür-sanat alanı… Özellikle AKP iktidarı bunu çok etkili bir biçimde yaptı.
Evet, devleti devlet yapan bazı organlar var. Her birisinde zamanla biraz yerleşti. Biraz orada güç haline geldi ama mesela akademi alanını tümden ele geçirdi. Farklı iktidar odaklarına da ait olan medyaları da sistematik bir biçimde tasfiye etti. Deyim yerindeyse tam bir tekel haline geldi. Ancak insanların günümüzde temel bilgi alma organları da, medyadır, iletişim araçlarıdır. Ve bunlar tümden bu iktidarın denetimi altında. Bu iktidarın niyeti, amacı ne? Mesela Kürtler hakkında, PKK ya da Apocu Hareket hakkında ne politika izliyor? Ne düşünüyor? İşte o düşüncelerinin tümünü bizzat görevlendirdiği kişiler üzerinden ya da medya ona ait olduğu için bu medyada çalıştırdığı kişiler üzerinden yayın çizgisini bizzat kendisi belirleyerek bunlara her türlü şeyi söylettiriyor. Kürt insanında, özellikle de Özgürlük Gerillasında karşılığı öfke olur, başka bir şey olmaz.
Dediğim gibi bir süre sonra artık takip edilemez hale geliyor. Ama zaten onların hedef kitlesi biz değiliz. Onların hedef kitlesi toplumdur. En büyük zararı Türkiye toplumuna veriyorlar.
Biraz biz de takip ediyoruz, acaba ne kadar izleniyor diye. İzleyicisi çok yaygın mı? Yok aslında. Öyle olmadığı anlaşılıyor. Belli ölçüde dibe vurmuş durumdalar.
AKP ÇOK BÜYÜK BİR KALİTESİZLİK YARATTI TÜRKİYE’DE
Gerçekten AKP iktidarı çok büyük bir kalitesizlik yarattı Türkiye'de. Her şeyi kalitesizleştirdi. Deyim yerindeyse her şehre birkaç tane üniversite yerleştirdi. Eskiden üniversitelerin, akademisyen, gazeteci olmanın belli bir ağırlığı, saygınlığı vardı. İşlerinin ehliydiler. Bütün yetersizliklerine rağmen eleştirebiliyorlardı. Ama AKP iktidarı -aşırı iktidarcı olmasından kaynaklı olsa gerek- belki de çok fazla suç işledi; bu suçların üstünü örtmek için kalitesizliği çok yükseltti. İktidarcı güçlerin temel karakteristik özelliğidir bu. İşte bu kalitesizlik, medya üzerinden halka gidiyor. Halkı zehirliyor. Sanat kalitesiz, halkı etkiliyor. Kültür öyle. Argümanların hepsi yalan yanlış. Bu şekilde algılar oluştu.
DİĞER İKTİDAR ODAKLARININ DA KÜRT’E YAKLAŞIMI FARKLI DEĞİLDİR
Türkiye'nin çok ciddi demokrasi sorunları yaşadığı, herkesin malumu. Ama bu yaşamış olduğu demokratikleşme sorunlarının esası, Kürt sorunundan kaynaklanıyor. Kürt sorununu çözememiş bir Türkiye'nin demokratikleşmesi mümkün değil. Onu bu kadar antidemokratik, bu kadar baskıcı kılan, bu kadar iktidar mücadelesinin merkezi haline getiren, esasta Kürt sorunudur.
Mevcut iktidarın dışındaki diğer iktidar odaklarının da Kürt sorununa, Kürt'e, Kürt Özgürlük Hareketine yaklaşımı, aşağı yukarı aynıdır. Dönemsel olarak kendi iktidar hesapları için farklı yaklaşımlar olabiliyor. Bu, yayınlarına belli ölçüde etkide bulunabiliyor. Ama o atmosfer biraz değiştiğinde Kürt'e, Kürt'ün özgürlük mücadelesine, Kürt varlığına yaklaşımlarının aslında çok da farklı olmadığını, özünde resmi ideolojinin katı inkara ve imhaya dayanan yaklaşımına dayandığını görebiliriz. Birleştikleri bir nokta orasıdır. Bu onların medyasını da olduğu gibi etkiliyor.
Kürtler şu anda Türkiye'de demokratikleşme mücadelesini yürüten en temel güç. Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin öncülüğünü yapıyor. Türkiye'de demokratikleşme adına bir ilerleme varsa, bu Kürt özgürlük mücadelesinin sonucu gerçekleşiyor. Dolayısıyla muhalefette olan güçlerle belli ölçüde bir ittifak gelişiyor.
Bu, zaman zaman seçimlerde de, farklı ortaklıklarda da kendisini gösteriyor. İşte bu gibi şeyler onların medyasını da biraz farklı kılıyor.
MUHALEFET MEDYASININ GÜNDEMİNDE BİR TERSLİK VAR
Ama örneğin içinde bulunmuş olduğumuz barış ve demokratik toplum süreci… Türkiye değişmeli, Orta Doğu değişiyor, biz değiştik. Mesela 52 yıllık mücadelemizin somut örgütü olan PKK'yi feshettik. Varlığımızı elde etmek için esas aldığımız silahlı mücadele yöntemini sonlandırdık. Biz Türkiye'nin demokratikleşmesi için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. En son 11 Temmuz'da bir grup arkadaşımız mesela silahlı mücadeleye yaklaşımını ortaya koydu. Türkiye'den demokratikleşmesi için gerekli olan demokratik siyasete ne kadar hazır olduklarını herkese gösterdi. Demokratik entegrasyon ve özgürlük yasaları diye formüle ettiğimiz bir çerçeveye ne kadar hazır olduğumuzu gösterdik. Dolayısıyla muhalefetin eğer demokratikleşme sorunu varsa -ki var-, örneğin şu anda kayyum siyasetiyle bir yönelime maruz kalıyor. Demokratikleşme en fazla da muhalefete lazım. İktidara lazım değil ki!
İktidar her şeyi yapıyor.
Kısaca şunu söylemek istiyorum. Yani bu kadar önemli olan bir süreç var; ama bu süreçteki muhalefet medyası denilen medyanın yaklaşımına bakıldığı zaman, gündemlerinde büyük bir terslik var.
TÜRKİYE’NİN BİR HUKUK DEVLETİ OLMAMASININ NEDENİ KÜRT SORUNUDUR
Türkiye'de hukuk diye bir şey yok. Türkiye'de şu anda bizim temel derdimiz, Türkiye'nin nasıl bir hukuk devleti haline geleceği. Bütün mücadelemiz bunun içindir. “Devleti şöyle yıkacağız, yerine şöyle bir şey yapacağız”; biz bu paradigmayı bıraktık. Önderliğimiz bunları yeterince izah etti.
Şu anda bizim temel sorunumuz şu. Mesela, Önderliğimiz Bolu'daki otel yangınının nedenini bile hukuk devletinin olmamasına bağladı. Çünkü hukuk yok ki ortada. Hesap soran yok. Kaide, kural yok. Çıkar var, iktidar var, adamcılık var.
LGS sorularının kimlere, nasıl dağıtıldığını en azından İmralı'dan biliyoruz. Hiçbir hukuk yok.
Erdoğan en son Kürtler, Türkler, Araplar ittifakından falan bahsetti. Ama Kürt yok ki kardeşliği de olsun. Hele önce hukuki olarak bir tanı. Hukuk nedir? Kurallı devlettir.
Devletin kurallı haline hukuk devleti diyoruz. Mevcut devlette kural yok. İşte biz de diyoruz ki, bu kuralsız devletin temel nedeni, Kürt sorunudur. Çünkü Kürt'ü kendi varlık sorunu olarak görüyor. Kürt'ün yokluğu üzerine kurmuş kendi ulus devletini. Kürt de var olmaya çalışıyor, ona karşı mücadele yürütüyor. Bu defa resmi ideolojisi çerçevesinde Kürt'e kim saldıracaksa, bütün o diğerleri artık teferruat oluyor. “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” lafı, esas olarak “Kürt'e karşı suç işlemek serbesttir. Siz bu noktada resmi ideolojinin gereklerini yerine getirin; ondan sonra mafya mı, çete mi olursunuz, adamcı mı olursunuz; önü açık” demektir.
Kürt'e de açıktır. Şu anda sistem bazı Kürtlere güya kapıları açmış; o adı Kürt olan Kürtler de, onların dediği gibi “Kürt kökenli Kürtler” oluyor. Ama biz kendimizi Kürt kökenli Kürtler olarak tanımlamıyoruz; biz Kürt'üz. İkisi arasında temel bir fark var. İşte onlar da Kürt'e karşı mücadele ettikleri ölçüde kendilerine yer ediniyorlar.
Şöyle belirteyim; yetersiz medyası da dahil, mevcut bütün kuralsızlıkların, bütün usulsüzlüklerinin nedeni, aslında hukuk devleti gibi bir formun olmamasıdır. Şu anda yürüttüğümüz mücadele de tam da hukuki bir devlet haline getirme mücadelesidir. Bu olursa, bunda en fazla faydayı görecek olan Türkiye toplumudur.
MEDYANIN DİLİ GÜVENSİZLİĞİ ALABİLDİĞİNE DERİNLEŞTİRİYOR
Medyanın değişmeyen dilinin iki yönlü bir etkisi oluyor. Biri Kürt’e, diğeri Türkiye’ye etkisi diyelim. Bu dilde yayın yapmak, var olan güvensizliği alabildiğine derinleştiriyor. Zaten çekmişiz; en az yüz yıldır çekiyoruz. En az yüz yıldır var olduğumuzu kabul ettirmeye çalışıyoruz. Ve bu bize toplamda belki de milyon şehide mal olmuştur.
Şimdi barışmak istiyorsan, bir kere öz eleştiri lazım. Mesela Kürt'e yöneleceksen, Kürt'ün gönlünü kazanacaksan, Kürt'le barışacaksan, bu konuşmacıları biraz değiştirmen lazım. Daha düne kadar bize her türlü küfrü eden ve şu anda da üslubunda küçük kimi değişikliklerin dışında köklü bir değişiklik yapmayan, zihniyetini değiştirmeyen insanlarla Kürt'le nasıl barışacak?
Dil, zihniyetin bir ifade ediş biçimi ya da organı. O değişmiyor. Bunun Kürt cephesinde görünme biçimi var. Kürtler -siz de biliyorsunuz- hep kuşkulu, güvensiz yaklaşıyorlar. Yetmiyor kendi yaşadıkları, bu defa devletin politikaları bir başka parçada Kürt'ü hala kendisi için temel güvensizlik kaynağı haline getiriyor.
Aslında Türk devletinin gelmesi gereken nokta şu: Kürt'e bu kadar kuşkulu yaklaşmaması lazım. Kürt gerçekten Türk devleti açısından kuşku duyulması gereken bir varlık değil. Var olduğunu ispat etmeye çalışan, gelinen aşamada ispat etmiş ve sadece kendi varlığı olarak yaşamaya çalışan bir halk. Bu kadardır.
Dolayısıyla medyanın buna uygun bir biçimde Kürt'e hitap edebilmesi lazım. Yoksa o güvensizlikler derinleşiyor.
Kendileri zorluk yaratıyor. Para kazanıyorlar bu işten. İnsanların kanı üzerinden, bir başkasının yokluğu üzerinden para kazanmak, -dini söylemle söylersek- en büyük haramdır.
Kan içiyorlar; başka nedir ki? Bu, insanlıktan çıkmadır. Yani ifade edilemez. Gerçekten doğada herhangi bir varlıkta görmediğimiz şeyi, ne yazık ki İslamiyet'in “eşref-i mahlukat” (yaratılmışların en şereflisi) demiş olduğu insanda görüyoruz.
Bir de bunun Türkiye cephesi var. Türkiye cephesinde de sen algıları Kürt'ü yok etme temelindeki politikalara uygun bir argümanla oluşturursan ve şimdi Kürt'le barışma noktasındayken onlarda farklı şeyler oluşturuyor.
ARTIK ‘BEKA SORUNU’ YAŞAMAK İSTEMİYORLARSA ÖNCE DİLDE BARIŞMA OLMALI
Buna rağmen biz hep şuna inanıyoruz. Aslında iktidarcı güçler toplumun zihniyetiyle çok oynamasalar, toplumlar öz olarak eşitlikçidirler. Komşudurlar yani. Normal toplumsal yaşamda Türkler ve Kürtler, -bazı faşistlerin, bazı kendini kaybetmişlerin dışında- esas olarak çok fazla iç içe geçmiş halklardır. Birbirlerini tanıyorlar. Dolayısıyla eğer gerçekten dertleri barış ve demokratik toplum sürecinde halkların birliklerini kurmak ise, artık Türkiye'de örneğin Kürt sorunu denilen bir sorunla karşılaşmak istemiyorlarsa, kendi deyimleriyle beka sorunu yaşamak istemiyorlarsa, bu süreci artık geride bırakmak istiyorlarsa hem Türkiye toplumuna hem de Kürt halkına ilişkin özel bir söylem geliştirmeleri şarttır. Kendiliğinden geriye bırakılamaz.
Yani önce dilde barışma olmalı. Barış dilinin oluşabilmesi için de bazı gereklilikler vardır. Her şey eskisi gibidir diyemeyiz kuşkusuz. Giderek buna ilişkin bir söylem değişikliği oluyor. Ama hala çok yetersizdir; çünkü öncesinde çok fazla ipin ucunu kaçırdılar. Gerçeklerle hakikatlerle çok fazla oynadılar. Soykırım ve asimilasyon politikalarına çok fazla bel bağladılar. Sonuç alacaklarını düşündüler. Halkın desteğini de arkalarına alabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Ama yürüttüğümüz mücadele bunu sonlandırdı. Şimdi nasıl toparlayacaklarının şaşkınlığını da belli ölçüde yaşıyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, bir kadrosal yenilenme kendilerine lazım.
KOŞULLAR UYGUN OLURSA GAZETECİ VE AYDINLARLA GÖRÜŞMEK İSTERİZ
Bizim en fazla tartışmak istediğimiz kesimlerin başında Türkiyeli gazeteciler ve aydınlar geliyor. Birlikte yaşadığımız halde, birbirimizi en fazla anlamamız gerektiği halde, topluma farklı kesimler bilgiyi götürünce böyle sorunlar çıkıyor. Barış ve Demokratik Toplum Süreci diye tanımlamış olduğumuz, özü aslında Türkiye'nin demokratikleşmesi olan bu sürecin gerçekleşmesi için doğru bilgilerin halka ulaştırılması gerekiyor.
Çok isteriz ama biraz koşulları da daha görmemiz lazım. Yani biraz daha gelişmeleri görmek, zamana bakmak gerekiyor. Bizim de en fazla arzuladığımız bir şey. Koşullar uygun olursa kapılar açık.
KÖKLÜ DEĞİŞİMLERİN ÖZGÜR BASINA ALANINA DA DOĞRUDAN YANSIMALARI OLACAK
Büyük şehitler verdi Özgür Basın. Özgür Basın çalışanlarını saygıyla selamlıyoruz. Özgür Basın da Kürt varlık ve özgürlük mücadelesinin çok önemli bir parçası olarak bugüne kadar geldi. O
On yılları bulan bir mücadele geleneğine sahip. Bir mücadele yürütüyor. Bu çalışma içerisinde olan her bir yoldaş, ne yaptığının bilincinde, başarılı olmak için elinden geleni yapmaya çalışıyor ve yeri geldiğinde en büyük bedelleri de vermiştir. Sayısız şehidimiz var bu konuda.
Dolayısıyla böyle bir mücadele geleneği. Bu geleneğe kendisini dayandırıyor. Biz de bir mücadele geleneğine sahibiz. Özgür Basın açısından da bu geçerli.
Barış ve Demokratik Toplum Süreci açısından da; nasıl ki bir bütün olarak Kürt özgürlük mücadelesinde değişim dönüşümlerin olduğu yeniden yapılanma sürecindeyiz, köklü dönüşümler yapmamız gerekiyor; o zaman bunun Özgür Basın alanına yansımaları da doğrudan olacak.
Bizim açımızdan yeni bir süreç çünkü. Nasıl bir süreç? Önderliğimizin belirttiği gibi; varlık sorununun henüz yasalarla tam anlamıyla garantiye alınmasa bile çözüldüğü, artık Kürtlerin inkar edilmediği, artık Kürtlerin de kendisini inkar etmediği, Kürtlerin bir şekilde artık dört parça Kürdistan'da giderek kendi varlığını kanuni olarak da güvenceye almış olduğu bir süreçteyiz.
Kürtler bilinçlendi. Dolayısıyla varlık sorunlarını aşmış olan bir halk var. Bizim bugüne kadarki mücadelemiz, varlık sorunlarımızı gidermek içindi. Dolayısıyla varlık sorunu yaşayan bir hareketin yöntemleri farklı oluyor. Dolayısıyla varlık sorunu yaşayan bir mücadelenin dili de farklı oluyordu. Dolayısıyla bugüne kadar ki mevcut olan basınımızın, Özgür Basınımızın dili biraz daha çok ona uygundu. Örneğin bir stratejisi vardı. Örneğin, mecburiyetten dolayı esas almış olduğumuz silahlı mücadele vardı. Silahlı mücadelede büyük kahramanlıklar, büyük direnişler, yine büyük saldırılar var; bunların işlenmesi ve benzeri.
Öte taraftan ortada bir savaş var ve bu savaş kendisiyle bir dil üretir. Savaşın dili olan bir basın durumu vardı. Çünkü gerçeklik o, realite o. Tercih olmazsa da böyle.
Şimdi süreç değiştiği için, süreç artık varlık sorununu ispat etmenin ötesine geçiyor; özgür yaşamı inşa etme süreci. Ve bu artık farklı bir dil gerektiriyor. Bu farklı bir yapılanma gerektiriyor. Bu her açıdan bir yeniden yapılanmayı gerektiriyor.
Dolayısıyla insan şunu bile söyleyebilir. Geçmişte basınımızın dili daha çok dışa dönüktü. Dışı daha çok eleştiren, Kürt'e yapılmış olan haksızlıkları, adaletsizlikleri, saldırıları daha çok önceleyen, Kürt'ün kendi varlığını uluslararası alana, bölgeye, halklara anlatmaya çalışan bir dildi. Daha çok bu yönüyle dışa dönüktü.
Bu biraz muhalifti örneğin. Dışa dönük bir dilimiz, yayıncılığımız vardı. Bunlar tümden aşılmamış. Hiç kuşkusuz yine Kürt ve Kürdistan üzerindeki mevcut haksızlıkları yeterince teşhir etme noktasında bir duyarlılık gerekli. Ama esas olarak özgürlüğü inşa etme sürecindeysek, -ki böyle tanımlıyoruz içinde bulunduğumuz süreci-, o zaman bizim basınımızın dilinin de daha çok içe dönük olması gerekiyor. Kast edilen şu, toplumun içine dönük ve kendi içimize dönük. İnşa dili olacak. Daha yapıcı bir dili olacak.
DEMOKRATİK TOPLUMUN İNŞASINDA BASININ POZİSYONU BELİRLEYİCİ
Mesela siyaset alanı bekleyemez. Siyaset demek anda düşünmek, bulmak ve pratikleşmek demektir. Siyaset, sorun çözme yeridir.
Gelinen aşamada basının rolü, tamamen birinci kuvvet pozisyonundadır. Belki şu ana kadar başka mücadele organlarımız daha fazla propagandaya yarıyor olabilirdi. Ama şu anda madem ki özgürlüğü inşa edeceğiz ve bu inşalar da bir zihniyet gerektiriyorsa, en geniş toplumsal kesimlere ulaşabilen alan eğer basınsa, yine topluma ulaşma derdinde olan her kimse, -ister sanat üzerinden olsun, ister yaşamın herhangi bir dalında bir şeyler üretip topluma götürmek isteyenler olsun-, iletişim araçlarını kullanmak durumunda kalıyor. Dolayısıyla basın demokratik toplumun inşasında, özgür yaşamın inşasında belirleyici yerde pozisyonda bulunuyor. O açıdan özgür basın beklentide olamaz. Bu sürecin en aktif bir aktörü olarak kendisini bulmak durumunda.
Bunu yaparken Kürdistan'da ne gibi değişiklikler oldu, nasıl bir sürece girdik, Önder Apo neyi öngörüyor? Çünkü belirliyor; dört parça Kürdistan'ı belirliyor. Hareket hangi aşamaya girdi? Yani strateji bu. Örneğin demokratik siyaset stratejisi neyi gerektiriyor? Dilde nasıl bir değişiklik? Mesela strateji değişikliği dile nasıl yansıyacak? En önemlisi de paradigma değişiminden bahsediyoruz. Önder Apo, PKK'yi ulus devletçi sosyalizm pratiği olarak tanımladı. PKK'nin mevcut olan formatının, kuruluş biçiminin sosyalizmi yeterince getiremeyeceğine dair ikna olduğunu ve değişikliği bundan dolayı gerekli gördüğünü belirtti. Özgür Basın da esas olarak kendisini Kürt Özgürlük Hareketi’nin birikimine dayandırdı.
Dolayısıyla eğer kök örgütte bir değişiklik oluyorsa, o zaman bunu kendisine referans alan, esas alan diğer örgütsel yapılarımızda da ciddi değişiklikler gerekecek.
Peki bu değişiklikler hangi temelde olacak? Yeni paradigma temelinde. Evet yeni paradigmadan şimdi bahsetmiyoruz; 2003'den beri yeni paradigma dönemine girmişiz ama Önderliğimizin eleştirileriyle ve aslında pratiğin de bize gösterdiği, yeterince giremediğimiz bir yeni paradigma dönemi var. O zaman şunu yapmalıyız. Yeni paradigmanın öngörmüş olduğu örgüt modellerimiz nasıldır? Örneğin, özgür basın bir örgüt; bu nasıl bir örgüt? İç işleyişi nasıl olur? Mesela karar alma biçimi nasıl olur? Tartışma süreçleri nasıl olur? İç yaşamı nasıl olur? Dedim ya, özgür yaşamı inşa edeceğiz.
Şimdi devletten istediğimiz şey var; biz devletle barışmak istiyoruz. Ama özgür yaşam devletten istenmez. Özgür yaşam, hatta devlet ne kadar uzak kalırsa o kadar iyidir. Sadece bize karışmasın istiyoruz, o kadar. Kendimiz inşa edeceğiz. Peki topluma bilinç verme, toplumu eğitme görevi olan bir basın kendi içerisinde bunu örgütleyemezse, bunu kendisi yaşayamazsa, bunun propagandasını ne kadar yapabilir? Yapamaz.
Dolayısıyla pratik adım atmak açısından bir kere o beklentili ruh hallerinden kesinlikle çıkmak lazım. Çünkü bu, basının varoluş koşullarına, varlık gerekçelerine ters bir durum. Öte taraftan basının bu inşa sürecinde toplumun demokratikleşebilmesi için adım atmasını sağlatacak şeyler yapabilmesi için, kendisinde olması lazım. Çünkü propaganda yapacak nihayetinde. Ve bu propaganda gücü sizde yoksa yapamazsınız.
Örneğin özgür yaşam ne? Özgür ilişkiler ne? İktidarcı, erkek egemenlikçi, devletçi yaklaşımlardan uzak durmak ne? Komünalizm ne? Demokrasi ne? İşte bunlara ilişkin bizzat kendimiz idrak edeceğiz, bileceğiz ve bunu kendi yaşamımızda göstereceğiz ve adeta yaşamın tadına burada varacağız ve bunu alıp propaganda edeceğiz. Yani kendimizde olmayan bir şeyin propagandasını yapmayacağız. Dolayısıyla kendimizde inşa etmediğimiz bir şeyi toplum inşa etsin diye topluma vermeye çalışmayacağız. Çünkü o tutmaz.
Dolayısıyla yeni paradigmaya girmek, Özgür Basın açısından da temel bir gündem olmak durumunda.
ÖZGÜR BASIN AMACINDA NET OLMAK DURUMUNDA
Her şey çok değişti ama bizim doğru şeyler yapabilmemiz için bir kere amaçta net olmamız lazım. Basın olarak neyi amaçlıyoruz örneğin? Herhalde kapitalist modernitenin insanlığa kötülükten başka bir şey getirmediğine ilişkin herkes hemfikir. Dolayısıyla duruşumuz kapitalist modernite karşıtı olmak durumunda. Kürtler başta olmak üzere bölgesel hakların devletçi sistemden çektiği var. Dolayısıyla toplumun devlete karşı her zaman savunulması gerekir. Bu varoluşsal bir gerekliliktir. Özgür Basın olmanın gerekliliği...
Üçüncüsü; sistem erkek egemenlikçi bir sistem ve gerçekten bütün iktidarcılık oradan üretiliyor. Erkeğin kadın üzerindeki mevcut tahakkümü bütün kötülüklerin ve bütün iktidarcılıkların kaynağı durumunda. Bu durumda bütün basın yayın organlarımızda, özgür basının yapacağı tüm işlerde kadın eksenli olmak, jineolojik verilere dayanmak, erkek egemenliğini her zaman eleştirmek, reddetmek, buna karşıt bir pozisyonda yer almak şart.
Öte taraftan varlığı sorun haline getiren -örneğin- işbirlikçi yaklaşımlara karşı durmak.
Bunları şunun için belirtiyorum. Amaç net olursa, ikinci bir şey lazım: İşlevsellik. Yani amacına uygun olarak ne tür yayın organları sana gerekiyorsa, kuşkusuz onu geliştirmelisin. Bu işleve uygun, örneğin dijitalleşme çağı mı gelişiyor? Hem de dört nala gelişiyor. Yetişmek mümkün değil ve çok büyük bir tehlike aynı zamanda.
Yani dijital medya alanı, yani daha doğrusu internet dönemi, işte Endüstri 4.0 denilen dönem, aslında iktidarcı güçlere her zamankinden daha fazla topluma hükmetme imkanı sundu. Onun için bazıları “dijital faşizm” diyor; çok doğru bir tespit.
Geçmişte bir anne, bir baba kendi çocuklarını damıtılmış bilgilerle büyütürdü. Şimdi artık o yok. Şimdi artık hiçbir süzgeçten geçmeyen, kimden çıktığı belli olmayan, hem de bombardıman gibi ve müthiş derecede de bağımlılaşma olduğu için ondan da kopamayan bir durumla bombardımana maruz kalıyor. Esir alıyor. Bağımlılık işte. Düşünme, yorum yapma ya da itiraz etme yok. Akıl gitmiş. Böyle bir çağ.
Dolayısıyla Özgür Basın’ın elbette bu alanda da en güçlü şekilde olması ama işlevselliği esas alması gerekiyor.
DİJİTAL MEDYA ALANINDA ÖRGÜTLÜ OLUNMASI GEREKİR
Yalanı iktidarcılar üretiyor, onlar daha örgütlü. Öyle bir bağımlılık üretmişler ki, kişi aslında yanlış olduğunu, bağlanmış olduğu şeyin kendisini yok oluşa götürdüğünü bildiği halde bağımlılık gereği bunu yapıyor. Bağımlılaşma durumu var. Buna ilişkin yapılmış onca araştırma var. Ve büyük bir sektör, büyük bir para kazanma alanı. Müthiştir yani bu noktada.
Dolayısıyla örgütlü olunması gereken bir alan. Yani örgütlü olmamız gerekiyor. Bu sadece basın alanındaki örgütlükle olabilecek bir iş değil; toplumsal örgütlenme de gerek.
Yani bilinç gerekiyor. Esas o bağımlılıklar ve benzeri şeylerin tümü o yalan habere böyle kapaklanmaların tümü bilinçsizlikten kaynaklanıyor. Dolayısıyla bizim toplumumuzu ve kendimizi bu olup bitenler karşısında bilinçli hale getirmemiz lazım. Bunu da örgütlü bir çalışmayla; örneğin gençler için ne lazım, dijital medyayı nasıl toplumumuzun faydası için kullanabiliriz şeklinde özel araştırmalarla, işlevsellik temelinde örgütlü hale getirerek çalışmak gerekiyor.
Ama gerçekten çok zor bir işle karşı karşıyayız. Çünkü kapitalist modernitenin, yani hegemonik güçlerin kendilerini en etkili bir biçimde örgütlemiş oldukları bir alan.
Kürt cephesinin amacının barış olduğu herkesin malumudur. Bu noktada Kürt cephesinde içte kimi değişim dönüşümler gereklidir. Ve bu değişimleri yapması çok zor değildir. Çünkü zehirlenmiş bir yapı değildir. Örneğin Kürt medyası kendisini Kürt özgürlük mücadelesine dayandırır; milliyetçi değildir yani. Örneğin enternasyonalizme, halkların kardeşliğine, kadın erkek eşitliğine açıktır. Genelleştirirsek; aslında demokrasiye tamamen açık ve buna hemen adapte olabilecek bir yapıya sahip.
Çünkü bütün yetersizlikleriyle beraber paradigması buydu ve bunu pratikleştirmeye çalışıyordu. Dolayısıyla ben Kürt basınının bu noktada herhangi bir sorun yaşayacağını çok fazla düşünmüyorum.
Diğer tarafın; işte belirttiğimiz o zehirlenme, esasta diğer cephede var. O cephenin ciddi köklü değişim dönüşümleri yaşaması gerekiyor. Bağımsız, gerçekten hakikatin peşinde, Türkiye'nin demokratikleşmesi için ya da bir bütün Kürtlerin birlikte yaşamış olduğu tüm devletlerin de demokrasiye duyarlı hale gelebilmesi için elinden geleni yapan bir gazetecilik yaklaşımı çok fazla yok. İktidara çok odaklılar.
Dolayısıyla iktidar güçlerinin, devleti yönetenlerin yaşayacakları değişim dönüşüm, bu yöneticilerin onlara vereceği direktifler ne yazık ki etkiliyor. Yani bu durumdan yöneticiler sorumlu. Tabii bütün herkes öyle demek istemiyorum.
Kuşkusuz Türkiye cephesinde de Türkiye'nin demokratikleşmesi için gerçekten elinden geleni yapan, zorluklarla, baskılarla karşılaşan insanlar var. Onlar da belli ölçüde artık gelinen aşamada Türk-Kürt kardeşliğini, daha doğrusu halkların kardeşliğini, Türkiye'nin demokratikleşmesini isteyen, bu temelde mücadele eden kişiler halindeler. Dolayısıyla o cephede daha fazla iş gerekiyor.
AYDINLARIN BARIŞ VE DEMOKRATİK TOPLUM SÜRECİNE SAHİP ÇIKMASI OLMAZSA OLMAZDIR
Bu işler örgütsüz olmuyor, bireysel çabalarla olmuyor. En güçlü birey bile kendisini örgütlemediği müddetçe bir şey yapamaz. Evet her birimiz bir bireyiz, bu bir varoluş ama bu bireyin nihayetinde toplumsal yaşıyor. Sorunlar toplumsal, çözüm de toplumsal olmak durumunda. Dolayısıyla aydınlar, yazarlar, gazeteciler ve bir bütün olarak Türkiye'nin demokratikleşmesi için çaba içerisinde olan insanların -takip edebildiğim kadarıyla- en büyük yetersizlikleri, hala kendilerini yeterince örgütlememeleridir. Sonuç alabilmek örgütlülükten geçer.
Örneğin, Önderliğimiz bir kişi olarak çıktı. Çokça belirtir; aslında dayanacağı bir zemin de yoktu ama örgüt oldu, yoldaşlarını oluşturdu, halklaştı, giderek şimdi bölgeselleşti, uluslararasılaşıyor. Bu bir örnektir. Ama bu, oluş böyle olduğu için böyledir. Yani başarının formülü burada olduğu için böyledir.
Kendileri de kuşkusuz mücadele sahibidirler, Anadolu'da yaşayan bütün halkların demokratikleşmesinin ancak örgütlü bir mücadeleyle mümkün olabileceğini aslında teorik olarak kendileri de biliyorlar. Madem öyle, o zaman doğru bilgiye göre olmak gerekir. O çerçevede Türkiye'de demokrasiden yana olan bütün aydın, yazar, gazeteci, akademisyen vb. herkesin el birliğiyle Barış ve Demokratik Toplum Sürecine sahip çıkması olmazsa olmazdır.
Onlarsız olmaz.