İdama giderken Seyit Rıza’yı düşündük

‘’İdama götürülecek insanlara yapılan muamele uygulanıyordu. Kendi aramızda ne yapacağımızı konuşmaya başladık. Atılacak sloganları belirlemiştik. Herkesin sandalyesini kendisinin tekmelemesini konuştuk. Seyit Rıza’nın adı geçiyor tabii aramızda."

Fransa’nın Strasbourg kentinde 15 Kürt siyasetçinin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik tecride karşı başlattığı süresiz-dönüşümsüz açlık grevi 18. gününe girdi. 1978’den bu yana Kürt özgürlük mücadelesi saflarında yer alan Sarıkaya, ömrünün 20 yılını Türk cezaevlerinde geçirdi. Niğde, Aydın, Giresun gibi cezaevlerinde kalan Sarıkaya, ‘’İdama götürülecek insanlara yapılan muamele uygulanıyordu bize. Kendi aramızda ne yapacağımızı konuşmaya başladık. Atılacak sloganları konuşuyoruz. Herkesin sandalyesini kendisinin tekmelemesini konuştuk. Tabi idama giderken Seyit Rıza’yı düşündük’’ diyor.

Eylemcilerden Sarıkaya eylemlerinin aslında bir özeleştiri olduğunu söylüyor ve ekliyor: ‘’Düşmanın üç yıldır Önderliğimizin sesini kesmesi bile bizim için bir özeleştiri olmak zorundadır.’’ Sarıkaya, Strasbourg’da 18. gününe giren açlık grevinin amacını anlattı.

HEPİMİZİ ZİNCİRE BAĞLAMIŞLAR

’’Marx’ın bir tespiti var, biz sonradan öğrendik. Başkan da bir yerde kullanıyor bunu. Başkanın yeni paradigmasından anlıyoruz ki o zaman bu tarzı bilmiyorduk. Şimdi aslında köklerimizi biraz daha iyi anlıyoruz. Toplumsal ahlak ve kültür muazzam bir güçmüş. Marx’ın tespiti de şudur: “En devrimci duygulardan birisi de utanma duygusudur”. O toplumsallık aslında bunu yaratıyor. Ahlak da onun üzerine kuruluyor. İyi-kötü, güzel, çirkin, yanlış, doğru üzerine kuruluyor. Toplumun tecrübeleri üzerinden oluşuyor. Bizim toplumsal gerçekliğimizde oluşan şeyler bunlar. Ölüm korkusu bazen baskın gelse de utanma duygusu seni durduruyor. Bu toplumsal bağdır aslında. Bu seni direngen kılıyor ve seni iyileştiriyor aslında. Direnişte ihanet de, başlı başına bağımsız süreçler değildir. İç içedir. Düşman ile karşı karşıya gelindiğinde hangisinin daha baskın olduğu açığa çıkar.

Dolayısıyla idam faktörü, işkence böyle bir şeydir; bizi ayakta tutan şey bunlardı. Bir mücadele yürütüyorsun, halkın, partin sana güveniyor, arkadaşların sana güveniyor. Bu muazzam bir alan yaratıyor. Bizi teslimiyete götürmeyen şey buydu. 27 Mart 1987’de küçük bir sınama da yaşadık. Tesadüfen oldu aslında. Türkiye’de idam saatleri genellikle sabah saatleriydi. Meğer biz sürgün edilecekmişiz. Bir kütüphane vardı. Oradan aldığımız kitaplarla hücremizde geç saatlere kadar kitap okuyorduk. Mart ayı tabi kar yağmış ve çok soğuktu. Hücrelerde kalorifer yok, önü açık hücreyi naylonla kapatmışız. Gece geç saatti. Gardiyan geldi. Sevke gidiyorsunuz, dedi. Zaten asla idama giden bir kişiye “idama götürüleceksiniz” denilmiyordu. Ya “sevke” ya da “sürgüne gönderiliyorsunuz” deniliyordu. Diğer arkadaşları da uyandırmışlar. Bizim kaldığımız hücreler tek kişilikti. Tek kişilik 8 hücre vardı ve hepimiz de idamlıktık. Bizden 3 kişi vardı. O anda konuşmalar başladı. “Bizi idama mı götürüyorsunuz?” dedik, cevap alamadık. Koridor asker doluydu. İdama götürülecek insanlara yapılan muamele uygulanıyordu. Kendi aramızda artık ne yapacağımızı konuşmaya başladık. Yani avluda atılacak sloganları konuşuyoruz. Herkesin sandalyesini kendisinin tekmelemesini konuştuk. Seyit Rıza’nın adı geçiyor tabii aramızda. Yani o anda Kürtlerin tarihsel karakterlerinin adı geçiyor. Yani sadece kaba bir cesaretle oradan çıkmayı düşünmedik. Aynı zamanda manevi bir moral da veriyor. Bunların hepsi stratejik birer durum. Kaldığımız hapishaneler E tipleriydi. E tiplerinin ilk havalandırması büyüktür. Koridorlardan idam havalandırmasına geçilir. Buradaki idam sehpaları ortada değil, duvara yaslı şekilde duruyordu. Hepimizi zincirlerle bağlamışlardı. Sonradan konuşmalar oldu, meğerse sürgün edilmişiz.

TÜNEL YARIM KALDI

Tünele yeni başlamıştık. Toprak yumuşaktı, gitmemiz gereken mesafe uzun değildi, hemen komşu kısım bir çimento fabrikasıydı. Onun duvarını geçebilseydik yani 30-40 metre kazabilseydik çıkabilirdik. Tabi tünelimiz de yarım kaldı.

Oradan bizi Eskişehir’e götürdüler. Eskişehir hücre tipiydi. Eskişehir’de dayatmalar vardı. Tecrit, izolasyon vardı. Örgütlemeler oluşmasın diye yoğun saldırılar ve kısıtlamalar vardı, fiziki değil. Buna karşı sürekli eylemler ve açlık grevi vardı. Nerdeyse 2,5 yıl kaldım burada. Bu sürenin üçte biri açlık grevlerinde geçti. Bazen bir ay eylem yapıyorduk. Ama bitişinden 15 gün sonra tekrar yeni bir greve başlamak zorunda kalıyorduk. En sonunda Türk solunun tünelleri ortaya çıktı. Diğer kısımda. Genel bir sürgün oldu ve bizi Aydın’a götürdüler.

2 YIL AÇLIK GREVİYLE GEÇTİ

Aydın’a götürüldüğümüzde zaten açlık grevindeydik. Eskişehir-Aydın arası yaklaşık 15-16 saat ringin içinde gittik. Sürgün edildiğimizde açlık grevinin 27.günündeydik. Arkadaşların hepsi kötü durumdaydı. İki arkadaş orada şehit düştü. Cezaevi girişinde herkes işkenceden geçirildi. Amaçları açlık grevimizi kırmaktı ancak biz açlık grevine Aydın cezaevinde devam ettik.

45’ inci günde anlaşma sağlandı. Eylem sona erdirildi. Birinci grupta olan arkadaşların çoğu hastanedeydik. İkinci grupta olanlara çok işkence yapıldı.

10 yılım Aydın’da geçti. Açlık grevleri dışında değişik eylemlilikler de vardı. Aydın cezaevi 80’lerden 90’lara kadar yüzde doksan dokuz oranında eski arkadaşlar, Amed’den, Adana’dan gelen arkadaşlar vardı. 80’lerden kalan arkadaşlardı. 93’lerden sonra yeni tutuklu arkadaşlar gelmeye başladı. 97’den sonra da hareketin cezaevi örgütlülüğü bazı düzenlemeler yaptı. O kapsamda ben Giresun’a gönderildim, sevk isteyip gittim. Yani görevlendirme kapsamında Karadeniz’e gönderildim. Giresun’da 5,5 yıl kaldım. Bu dönemde tutuklamalar artmıştı. Karadeniz cezaevinde de bir yığılma olmuştu. Genellikle tecrübesiz arkadaşlardı. Sorunlar da vardı ve hareketin tekrar bir düzenlemesi oldu. Aydın’daki düzenleme ile oradaki arkadaşlar çeşitli yerlere dağıtıldı. Heval Fuat Konya’ya gönderildi, bazı arkadaşlar Ümraniye’ye gitti. En uzun açlık grevim Aydın cezaevindeydi ve 47 gün sürdü.

1998’de ben Giresun’a gittim. İki gün sonra Önderliğe karşı gelişen komployu orada karşıladım. Büyük bir yıkımdı herkes için. Duygusal ve psikolojik anlamda herkeste bir yıkım yaşandı. Hiç kimse Önderliğin yakalanmasına ve Türkiye’ye teslim edilmesine hazır değildi ve kimse bunu beklemiyordu. Tabii bu dönemde Önderliği sahiplenme ön plandaydı. Herkeste bir duygusal yıkım vardı ama öncelikli durum Önderliği sahiplenmeye yönelikti. Daha sonra Önderliğin parça parça açıklamaları yayınlandı, onu anlamaya çalıştık. Ama Önderliği hemen o anda anladığımızı söyleyemem. Bu süreçte bizi ayakta tutan şey Önderliğe olan bağlılık ve inançtı. Bizi motive eden buydu.

TÜRKİYE ÇALIŞMALARI

11 Mart 2004 yılında tahliye edildim. Devlet saat saat hesapladı ve tam 20 yıl cezaevinde kaldım. Cezaevinden çıktığımda Önderlik kuzeyde bir süreç başlatmıştı. Kuzey’de faaliyet yürüten arkadaşlarla kısa bir süre sonra görüştüm. Onlar ziyaretime geldiler. Bir süre sonra çalışmalara katıldım. Kuzey ve Türkiye çalışmalarında kaldım. Siyasi alanda çalıştım. Siyasi alanda DTP’nin kuruluş çalışmalarını yürüttüm, Demokratik toplum Hareketi adına. 2005 Kasım ayında komisyon çalışması sonlandı ve partiye dönüştü. Partinin örgütlenme çalışmalarına, eğitim işlerine, sivil toplum kuruluşları ve siyasi partilerle ilişkilere genel başkan yardımcısı olarak baktım. 2009 yerel seçimlerinde tüm örgütümüz ciddi bir çalışma yürüttü.

Şunu belirteyim, cezaevinden 2004 tarihinde çıkan birçok arkadaşımız döküldü, bir kısım arkadaşımız ise ciddi biçimde çalışmalara katıldı. 2004’ün sonbaharında tahminen 2500 civarında arkadaş tahliye edildi. Cezaevinde rol alan bir grup arkadaşımız çalışmalara dahil oldu ve dolayısıyla 2003-2004 sürecinde Osmanların yarattığı tahribatı önlemek adına cezaevinden tahliye edilen ve çalışmalara katılan arkadaşlarla önemli kadro gücü oluştu. Bunun üzerine hareket iyi bir çalışma yürüttü ve belli bir toparlanmaya yol açtı.

AVRUPA'DA DA CEZAEVİ GÖRDÜM

2006 Amed serhildanında mesela PKK daha büyük bir ivme kazanmıştı. Özellikle düşmanın Zap yenilgisi ile birlikte başka bir atmosferin oluşmasında bu arkadaşların böyle bir rolü oldu. Her sahada rol oynayabilen epey bir arkadaş vardı. 2007’de ilk kez bağımsız olarak 22 milletvekili çıkarıldı ve bu morale yol açtı. Ardından işte Zap zaferi. Bütün bunlar topluma yansıdı. Önderlik paradigması etrafında yeni sistem Mart 2005’te ilan edildi. Halk meclislerinin hakkını çok veremedik, hala özeleştiri pozisyonundayız ama sonuç itibariyle olumlu bir dalgalanma yarattı. 14 Nisan KCK operasyonları. O süreçte tesadüfen yakalanmadım. Bir süre kuzeyde kaldım. Sonradan da hareketin düzenlemesi kapsamında Avrupa’ya geldim.

Yaklaşık 6 yıldır buradayım. Avrupa’da bazı cezaevlerine düşmeler oldu. Yoldan gelirken bazı sorunlar yaşandı. Bazı yerlerde İnterpol’den dolayı cezaevlerine alındım. Şimdi Avrupa’da siyasi çalışmalarımı sürdürüyorum.

AMACA KİLİTLENMİŞ BİR TARZ

Önderlik farklı zihinsel boyutta ortaya çıktı, farklı gelişti. Önderlik direnişi bizimkinden çok farklı gelişti. Önderlik direnişin de nasıl olması gerektiğinin eğitimini verdi aslında pratikteki duruşuyla. DTK sürecinde bunun eleştirisini bize çok yaptı. Bu eleştirileri ve çözümlemeleri çok fazla anladık diyemeyiz. Mesela Önderlik 20 yıldır rehin ve bu sürede koşulları için tek bir şey istemedi. Bunlar için tek bir direnişi olmadı, gerek duymadı. Oysa bir tutsak olarak en zor koşullarda tutuluyor. Tamamen ölüm hücresinde aslında. Tabi ki bunu hem fiziksel hem de siyasi anlamda dile getirdi. Kendisi için tek bir şey yapmamızı istemedi. Ama başlatmış olduğu sürecin başarısı ve zaferini sağlamak için her şeyi yaptı. Direnişinin tüm hedefi budur. Aslında bir kez daha onun tarzı ile yüz yüze kalıyoruz.

Önderlik tarzı apayrı bir şey. Muazzam ve amaca kilitlenmiş ve mutlaka başarmak isteyen; başarı için her şeyi anı anına hesaplayan ve bunun üzerine halkın özgürlük zaferi üzerine planlayandır. Aslında bu hedeften asla kopmuyor. Kırk yıllık direnişin özeti tümden budur aslında. Yani bu halkın özgürlük serüveni Önderliğin çıkışı ile başladı, bunu sonuca götürüyor. Her şey buraya odaklanmış durumda. Düşmanın en çok intikam almak istediği Kürt Önder Öcalan’dır. Hepimizi bir şekilde yendi, bunu açıkça söylemek gerek ama tek yenemediği Önderliktir. Önderliğe bağlılıktan kaynaklı bunu söylemiyorum. Böyle anlaşılmasın. Direnişinin tümü kesinlikle özgürlüğe odaklanmış. Bu ortaya çıkan özgür yaşam tercihinden kaynaklı ve zor koşullarda kendisi için asla bir şey istemeyen bir direniş pratiğini ortaya çıkarıyor.

Bunun yakın dönem tarihsel verileri de var aslında. Türkiye’deki 2013-2015 arası son siyasal süreç, HDP’nin başarısı, Rojava başarısı, gerilla büyümesi, toplumsal büyüme hepsi Önderlik direnişi üzerinden gelişiyor. Önderlik direnişi özgürlüğü büyütüyor. Bugünkü eylemimiz mesela biraz Önderlik direnişidir. Leyla Güven’in, kadınların, annelerin, babaların, siyasi alanın, gerillanın hepsi bu direnişin üzerinden gelişti. Bunu anlamak gerek. Önder Öcalan’ın direnişi hep özgürlüğü hedef alır ve buradan gelişir. Bir kişilik, bir direniş ortaya çıktı ve bunu topluma yaydı. Çünkü kendisi ile sınırlı kalan bir şey değil.

ÖNDERLİK BUNU HAK ETMEDİ. BİZ ÇOK UZATTIK

Biz bu konuda bu özgürlük hedefindeki direnişi, geliştirme ve anlama noktasında istenilen rolü ortaya koyamadık. Bu açıdan hep anlama ve anlam eleştirisi aldık. Bu bir şey yapmama değil, bir şey yapıyoruz; yaptığımız şeyler içinde bir duruş, kararlılık ve bağlılık vardır elbette. Ama bu hep eleştiriler altında oldu. Çünkü bir bakıyorsun Önderlikte ortaya çıkan bir bağlılık, bir duruş ve bir özgürlük arayışının ulaştığı sonuçlar, onun militanlığına soyunanlarda, onun bir prototipini ortaya çıkarmaması bir sorun aslında. Elbette herkesin Önderlik düzeyinde üretmesi anlamında söylemiyorum ama var olduğun alanda onun militanı olarak o düzeyi açığa çıkarmak gerekiyor. Bu gelişmiyor. Kürdistan’ın dört parçasında, Türkiye’de ve dünyada Kürtlerin dinamizmini ortaya çıkaran bu direniştir. Çünkü farklı kurgulanıyor, farklı gelişiyor. Kendi eksikliklerimizden dolayı İmralı cehennemini başımıza ördük. Elbette uluslararası komplodur. Evet, dünya başımıza yıkıldı. Evet, iğrenç bir dünya sistemi gerçekliği var. Ama sonuçta bizim bu cehennemin oluşumunda eksikliklerimizden kaynaklı bir payımız var. Yani 1990’ların fırsatını değerlendirememek, özgür bir parça yaratmamak, özgür bir güvenlik ortamı oluşturmamız bu sonucu doğurdu. Önderlik bunu hak etmedi, biz bunu çok uzattık. Düşmanın üç yıldır Önderliğimizin sesini kesmesi bile bizim için bir özeleştiri olmak zorundadır. Böyle yaklaşmak gerekir. Devrimi bu kadar büyütmüş, bize teslim etmiş, muazzam güç kuvvet vermiş ve biz bu güç kuvvet ile bu tecridi nasıl kıramıyoruz? Bu bir sorudan çok bir eleştiri olmak zorunda. Devrimsel çıkışı örgütleyebilecek bir Önderlik gerçekliği var. Bundan dolayı bu komplo gerçekleştirildi. Bunların hepsinin farkındayım. Ama bunlardan daha güçlü bir halk gerçekliğimiz var. Bizim bu tecridi kırmamız gerekli. Yani kendi cephemizle ilgili olanı daha çok öne almamız gerekiyor.

KOMPLONUN BİRÇOK AYAĞI BOŞA ÇIKARILDI

Aslında bazı dönemlerde stratejiler oluşturuldu ve başarılı sonuçlar da alındı. Uluslararası komplonun değişik ayakları boşa çıkarıldı. Önderliğin bizzat geliştirdiği stratejik ve taktiksel hamleler aslında 2013-2015 arası bu rehin durumunu tümden bitirme alanını açtı aslında. Bu komployu tümden bitirme olanağını bu süreçte ilk kez yakaladık diyebilirim. Önderlik bunu biliyordu ve çok ısrar etti. Ama risklerin farkındaydı ve tehlikeyi önceden görmüştü. Onun için darbe mekaniğinin her an devreye girebileceğini dile getirdi. Hep uyardı ve buna hazırlıklı olmamız gerektiğini söyledi. Aynı zamanda uluslararası güçlerin müdahale edeceğini söylemişti. Halkımız ve hareket bu sürece toptan katıldı ama bu komployu tümden bitirecek noktaya getiremedik.

Dolayısıyla özgürleşmeyinceye kadar komplo bitti diyemeyiz. Komplonun değişik ayaklarını boşa çıkardı bu hareket ve bu halk. “Güneşimizi karartamazsınız” eylemleri muazzam bir barikat oldu. Birçok şeyi boşa çıkardı. Bunun etrafında gelişen halk direnişi tüm dünyayı bir direniş alanına çevirdi. Komplonun birçok ayağını boşa çıkardı. Ama uluslararası güçlerin Ortadoğu politikaları yeni yeni komplolar açığa çıkardı. Artık bunu görmek ve kabul etmek zorundayız. 20 yıl geçtir. Bunu kırmak ve aşmak zorundayız. Bu konjonktür buna elverişli ortam sunuyor. En sert anlar zaferin kapısına gidilen anlardır aynı zamanda. Bu konjonktürde sömürgeci, soykırımcı rejimin bu saldırılarını kıracak, tümden kıracak bir karşı hamle geliştirmeliyiz. Bunu yaparsak bu rejim ve devlet toparlanamaz. Bunların bagajında başka şey kalmadı.

GELİN, SON KAFAYI BİRLİKTE ATALIM

Ayrıca 90’lardan beridir gelişen çatışma-görüşme diyalektiği var. Görüşmelerin hiçbiri boşa gitmemiştir. Bizim için her görüşme bir taştır. Son görüşme neredeyse çatıya yakın bir taştı. Şimdi son darbeyi vurabilsek neredeyse o çatıyı örebileceğiz. Onlar kendilerinin son hamlelerini yaptılar. Elbette bu son hamle tehlikeli çünkü tümden yok etmek istiyorlar. Tasfiye edeceğim diyor. Her tarafta saldırı var. Kurtuluş savaşı veriyoruz diye. Farkındalar çünkü ülkenin elden gittiğinin farkındalar. Derin devlet neden AKP’yi, MHP’yi, CHP’yi, Ergenekoncuları, bazı sol yapıları, liberalleri ve muhafazakârları neden tek bir çatıda topladı düşünmek gerek. Bunun nedeni açıktır. Şimdilik kimse ses çıkarmasın deniliyor, yarın iktidar paylaşımı yaparız deniliyor. Ama şimdi biz ulusal kurtuluş savaşı veriyoruz ve kimse ses çıkarmamalı deniliyor. Karşımızda böyle bir sistem var. Bu noktaya gelmesinde en önemli rolü Kürt halkının mücadelesi, PKK’nin direnişi oynamıştır. Şimdi bu ortamda bir darbe vurulabilse her şey çözülecektir. Bilirsiniz çok sertleşmiş bir cisim esnekliğini yitirir. Biraz yüklenilse kırılır. Artık esneme payları kalmadı. Bu mücadele birçok kırılma yarattı elbette.  Kürtler bu ülkede inkâr, asimilasyon, şiddet politikalarının en acımasız türüne uğradı. Bu mücadele olmasaydı Türkler bizi böyle bırakır mıydı? Hepimizi iplerde sallandırırdı. İntikamcı bir devlet. Neden yapamıyor çünkü gerilla savaşı karşısında kırılmalar yaşıyor. Buradan bakıldığında birçok kırılma yaşatılmıştır ama final kırılması olabilir.

Buradan bir çağrım var. Bu sürece hepimiz, her cepheden ve açıdan katılırsak final kırılmasını yaparız. Bu faşizmdir. Buna bir kişinin değil herkesin direnmesi gerekir ve ancak faşizm böyle yıkılır. Gelin son kafayı hep birlikte vuralım ve kıralım.’’

Dün yayınlanan bölüme ilişkin düzeltmeler:

*Ali Erek, 1981 ölüm orucu sonrasında şehit düştü.

*Xıdır Yeşil olarak belirtilen isim Mehmet Yeşiller (Xıdır)’dir.

* Mehmet Yeşiller 1985 Mayıs ayında Urfa Bozova’da şehit düştü.

* Dünkü bölümde yer alan ‘Yargıtay’da olup’ ifadesi ‘yargıtay’da onanıp’ şeklinde değiştirilmiştir.

* Çatışma esnasında iki kaleşnikof, bir 7,65 tabanca olduğu belirtilmişti. Doğrusu bir kaleşnikof, bir 7,65 tabancadır.

Kaynak: Yeni Özgür Politika