'İmralı'dan gelecek bir ses, barış mücadelesine katkı sağlayacak'

AKP'nin savaş politikalarının yegane nedeninin Öcalan üzerindeki tecrit koşullarından kaynaklandığı belirten HDP eşbaşkanı Temelli, "Çünkü İmralı'dan gelecek bir ses barış mücadelesine katkı sağlayacaktır" dedi.

AKP hükümetinin Kürdistan ve Türkiye halklarına karşı yürüttüğü savaş politikaları, ekonomik krizlere neden olan siyasi dengesizlikler ve doğa talanı her geçen gün daha fazla körükleniyor. Bir yandan Kürdistan'da katliamlar ve orman yangınları devam ederken, diğer yandan da toplumu darboğaza iten ekonomik sorunlar yaşanıyor. Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Başkanı Sezai Temelli, AKP'nin son dönem politikalarını ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a uygulanan tecridi ANF'ye değerlendirdi.

Yerel seçimlerden hasta tutsaklara, orman yangınlarından ekonomik krize ve Kürt Halk Önderi Öcalan üzerindeki tecride ilişkin konuşan Temelli, AKP hükümetinin savaş politikalarının da yegane nedeninin Öcalan üzerindeki tecrit koşullarından kaynaklandığı belirterek, "Çünkü İmralı'dan gelecek bir ses, biz çok iyi biliyoruz ki barış mücadelesine katkı verecek bir sestir" dedi.

24 Haziran seçimlerinden sonra Van'daki kampınız başta olmak üzere bir dizi toplantılar gerçekleştirip, bazı kararlar aldınız. Aldığınız bu kararlar ne aşamada, partinizin çalışmaları ne durumda?

24 Haziran seçimlerinden sonra hem olağan hem de olağanüstü parti meclisi toplantılarımızı yaptık. Van seçilmiş milletvekillerimiz ve MYK'mız ile bir araya geldik. Bu toplantılarda hem süreci hem de önümüzdeki dönemin yol haritasını çıkardık. Bu yol haritası özellikle de ülkenin bugün içinde bulunduğu bu otoriter rejime ve faşizme karşı mücadele hattında gelişecek. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Bu mücadeleyi vermediğimiz sürece, Türkiye'nin demokrasi alanında siyasetten yol kat etmesi mümkün değil. O yüzden de bu baskıcı ve otoriter rejime karşı mücadeleyi yükseltmeliyiz.

Bu, hem HDP'nin hem de HDP ile birlikte yapılacak bir şey. Dolayısıyla biz bu mücadeleyi olabildiğince tabana yaymak, Türkiye'nin tüm demokrasi güçlerini bu mücadeleye davet etmek ve onlarla birlikte mücadeleyi yükseltmek kararlığındayız. Yaptığımız toplantılarda ve çalışmalarda önümüzdeki süreci bu minvalde planlamayı ve buna uygun programları çıkarmayı hedefliyoruz. Bunun çalışmalarına da başladık. Mahalle mahalle, sokak sokak, iş yeri iş yeri tüm il ve ilçe örgütlerimiz, içinde bulunduğumuz bu faşist rejime ve ekonomik çöküşe karşı mücadeleyi demokratik bir şekilde planlıyorlar. Topyekün itirazımızı hep birlikte örgütlüyoruz.

Meclis'in açılmasına bir ay kaldı. HDP olarak yeni dönem politikalarınız ne olacak, Meclis'te ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Sokakta örgütlediğimiz bu mücadeleyi Meclis kürsüsüne de taşıyacağız. Meclis kürsüsünü bu itirazlarımızın ve hakikatin sesinin yükseldiği bir mücadele alanına çevireceğiz. Biz her zaman 'Siyaseti alıp Meclis'in içine sıkıştırmayacağız' dedik. Siyaseti toplumsallaştıracağız, toplumu da siyasallaştıracağız.

Siyaseti Meclis'e sıkıştırmadığımız gibi Meclis kürsüsünü de toplumun, hakikatin, Kürt halkının ve emekçilerin kürsüsüne dönüştüreceğiz. Vekillerimizin öncelikli görevi de bu olacak. Yani halkın içinde birlikte mücadeleyi örecek ama aynı zamanda bu mücadeleyi Meclis kürsüsünden de olabildiğince yüksek sesle dile getirecekler.

Yerel seçimlerin gündemde olduğu bugünlerde biliyorsunuz ki Kürdistan'daki DBP'li belediyeler kayyum politikaları ile yönetiliyor. Böylesi bir atmosferde yerel seçimlere gitmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Asıl olan mücadeledir. Tabii ki mücadelenin içerisindeki önemli uğraklardan biri de seçimlerdir. 24 Haziran seçimlerinde nasıl ki sınırsız baskıya, katliama, tutuklamaya ve şiddete rağmen barajı aşarak Erdoğan'ın 400 vekil hayalini gerçekleştirmesine engel olduysak, önümüzdeki dönemlerde de aynı mücadele hattıyla ilerleyeceğiz. Öncelikle bu kayyumlardan hep birlikte kurtulacağız. Bu kayyumları süpürüp atacağız. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.

Kürt halkı, kendi iradesine bir kez daha sahip çıkacak. Kendini de kentini de bizzat siyasi iradesini açığa çıkararak kendisi yönetecek. Geriye tabi ki başka tartışmalar da kalıyor; Seçim hilesi, yeni belediyecilik nasıl olacak, bu iktidar yerel yönetimlere ne kadar izin verecek gibi. Tüm bunlar var ama bunlara karşı mücadeleye de var. Dolayısıyla kayyumlara karşı mücadele etmek aslında faşizme karşı mücadele etmek demektir. Bu kayyum zihniyetinden kurtulmanın yolu da önümüzdeki süreçte mücadeleyi büyütmekten ve yerel seçimleri de bu mücadelenin içine çekmekten geçiyor.

Son zamanlarda partinizin de çok ilgili olduğu orman yangınları söz konusu. Dersim, Lice, Kulp ve Cudi alanlarda. Yine tarihi mekanların talanı da önemli gündemlerden biri. Bu yıkımlar ve yangınları nasıl ele alıyorsunuz?

Bu iktidar, iki ayağı olan bir iktidar. Birisi savaş politikaları, diğeri ise yolsuzluk politikalarıdır. Savaş politikaları içeride ve dışarıda Kürt halkına karşı düşmanlık üzerinden, yolsuzluk politikaları ise emek sömürüsü ve doğanın talanı üzerinden şekilleniyor. Bu iki ayak birbirleriyle bağdaşık. Bir yandan S-400'ler, F-35lere yatırımlar yaparak yolsuzluğa kaynak aktarıp kendi iktidarını beslerken, savaş harcamalarıyla da düşmanlığı pekiştiriyor. Bu yangınları çıkarmalarının nedeni bu 'güvenlikçi politikalarının' devamına bağlı olarak gelişiyor. Bunlar savaşı devam ettirmenin bir aracıdır.

Doğaya, emeğe ve insana karşı olan bir iktidar var. O yüzden doğamızı, insanımızı ve emeğimizi bu faşizme karşı birlikte savunmalıyız. Bugün Dersim yanarken sesini çıkarmayanlar bu utancın bir parçası haline gelirler. O yüzden de HDP bu yangınlara karşı dururken sadece Dersim, Kulp ya da Lice ile sınırlı tutmuyor. Eğer bu yangın İzmir'de ise de, Karadeniz'de ise de karşı çıkıyor. Çünkü bu vatan hepimizin ortak vatanı ve her yerinde aynı mücadeleyi vererek demokratikleştirebiliriz. 'Ben bu iktidarı istemiyorum ama Dersim'deki yangını görmüyorum' gibi bir yaklaşım olamaz. Bu yaklaşım, bu iktidarın ömrünü uzatan bir yaklaşımdır. O yüzden de biz tüm emek ve demokrasi güçlerine çağrı yapıyoruz; Gelin, ülkeyi bu iktidarın yarattığı zulümden hep birlikte kurtaralım.

Hasta tutsaklar başta olmak üzere tüm siyasi tutsaklara karşı ciddi bir baskı ve saldırı konsepti devrede. Partinizin bu konuyla ilgili herhangi bir çalışması var mı?

Uzun süredir çalışmalarımız devam ediyor. Adalet Bakanlığı'ının harekete geçmesi için sürekli bu konuyu gündeme getirdik. Bu, Türkiye açısından çok önemli bir sorundur. Çünkü cezaevlerinde binin üzerinde hasta tutsak vardır, bunların 450'si şu anda ölüm sınırında. Bu insanlar acilen tahliye edilip, tedavileri sağlanmalıdır. Bir ülkenin en önemli aynası cezaevleridir.

Bugün Türkiye cezaevlerinde tutsaklara uygulanan muamele, Türkiye rejiminin en açık göstergesidir. Bizler, faşizm derken tam da cezaevlerini işaret etmiş oluyoruz aslında. Cezaevlerinde işkence ve zulüm var. Son yitirdiğimiz Koçer Özdal örneğinde olduğu gibi. Bu konu da sürekli çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bakanlığa, ilgili kurumlara ve yurtdışında bu anlamda girişimlerimizi gerçekleştiriyoruz.

Fakat adalet artık sadece kör değil, aynı zaman sağır ve işlevsiz olmuş bir durumda. Sarayın talimatlarıyla hareket eden bir duruma sürüklendiğini görüyoruz. Bu duyarsızlık aslında Türkiye'nin geleceğini karartıyor. Bugünkü rejim, bu otoriter sistemi inşa cezaevleriyle başlamıştır. Dolayısıyla toplumu, tüm halkları ve emekçileri diğer konularda olduğu gibi bu konuda da duyarlı olmaya çağıyorum.

Buna benzer saldırılardan biri de Kürtlerin cenazelerine karşı gerçekleşiyor. Sivillerin bile cenazelerinin definleri esnasında engellemeler oluyor. AKP'nin Kürtlere karşı bu tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunlar bir yok sayma, imha, düşmanlaştırma, değersizleştirme politikalarının bir sonucudur. Bir cenaze törenine bile izin vermeme kabul edilebilir bir şey değil. Dünyanın hiçbir yerinde bunun benzeri görülmüş değil. Ölüm vuku bulduktan sonra bunun ritüelleri vardır, buna da herkes rıza gösterip saygı duyar. Orada artık hüküm kalkmıştır. Toplumun bu kadar doğallaştırdığı bir durumu düşmanca yaklaşımlarla engellemeye çalışmak kabul edilemez.

Sivil olsun olmasın, cenazenin kimliği üzerinden konuşmak bile bir zulümdur. Tabi ki cenazesi olan dostlarımızın, yoldaşlarımızın yanında olacağız ve cenazeyi birlikte kaldıracağız. Şimdi kaymakam kalkıp diyor ki 'cenazeyi kaldıramazsın', 'şuraya veya buraya gömemezsin'. Böyle bir şey nerede görülmüş? Nusaybin'deki vaka da tamamen bir keyfi yönetim anlayışıdır. Sadece yasaları çiğnemekle kalmıyorlar. Bu ülkenin geleneklerini, töresini ve toplumun bir arada yaşamasının iradesini de çiğniyorlar.

'CENAZELERİ OLAN AİLELER İLE DAYANIŞACAĞIZ'

Bu gözü dönmüşlüğü durdurmak gerekiyor. Yarın öbür gün Türkiye'nin her yerinde Nusaybin'de olduğu gibi sahnelerle karşılaşabiliriz. Hatırlayın, geçmişte de bir yurttaş oğlunun cenazesini bahçesine gömmek zorunda kaldı. Bu rejimin hayata geçirmek istediği bir şey bu. Sadece yaşarken değil, ölürken de insanları ayrıştırmak istiyorlar.

O yüzden eğer bir yerde bir cenaze varsa gidip o ailenin acısını paylaşmak bir insanlık vazifesidir. Bundan yoksun kalarak, bu değerlerini yitirmiş bir iktidarla karşı karşıyayız. Bunu teşhir ederek anlatmalıyız. Dersim'de orman yakmak ne ise, Nusaybin'de cenazeyi engellemek de odur. Bu kötücül akla karşı iyiliğin kazanmasının yegane yolu dayanışmadan geçiyor.

Biliyorsunuz Kürt Halk Önderi Öcalan ağırlaştırılmış tecrit koşullarında kalıyor. Kendisi partinizin de kuruluş projesinin sahibi. Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasına ilişkin stratejik bir çalışmanız var mı?

Bu tecridin kaldırılması için kesintisiz bir şekilde çalışmalarımız var. Fakat tüm bu çalışmalarımıza karşı bir duyarsızlık duvarı var. Avukatlarının başvurusu 783'üncü kez savcılık tarafından reddedildi. Eskiden koster bozuluyordu, şimdi de yenilenmiş OHAL'e dayanarak kararlar veriyorlar. Avukatların gitmesine engel ne? Bugün dünyanın her yerinde tüm tutsaklar istedikleri zaman avukatlarıyla görüşebilirler. Bu onların en doğal hakkıdır.

Ailenin gitmesine engel ne? Bütün siyasi bir kenara koysak bile, insani ve vicdani olarak yaklaşım açısından avukat ve aile görüşmesinin engellenmesinin arkasındaki mantığı anlamakta herkes güçlük çekiyor. Biz neden böyle bir yasak getirdiklerini soruyoruz, verebilecekleri hiçbir cevap yok. Ama demek ki kendilerinin teşhir olmasından o kadar korkuyor ve çekiniyorlar ki aileden veya avukatlardan birisinin gidip görüşmesi sonucu oradan gelecek bir sesin bu iktidar için ne kadar sorun olacağından kaygılanıyorlar. Çünkü İmralı'dan gelecek bir ses, biz çok iyi biliyoruz ki barış mücadelesine katkı verecek bir sestir.

2013-2015 yılları arasında tüm Türkiye bunu yaşadı. Peki savaştan beslenen bir iktidar bunu ister mi? İstemez. İşte ağır tecrit koşullarının nedeni budur. Barış sürecinin başlaması, tecridin sonlandırılmasıyla birebir alakalı bir mevzudur. İktidar bu nedenden dolayı tecrit koşullarını ağırlaştırmaktadır. Çünkü bu iktidar, varlığını savaşla sürdüren bir iktidardır. Savaşın sonlanması gibi her şeye karşı oldukları gibi İmralı'dan gelecek sese de karşılar. Sayın Öcalan'a tamamen bu yüzden ağırlaştırılmış tecrit koşulları uygulanıyor. O yüzden de bu tecrit sonlanmalı. Barışa tecrit vurulamaz.

Malumunuz ülkede ekonomik bir kriz yaşanıyor. Sizce bu krizin Kürtlere karşı yürütülen savaş politikalarıyla nasıl bir bağı var?

Bir kere ekonomide yaşanan her şeyi alıp dış güçlere bağladılar. Ekonomide başımıza gelenlerin müsebbibi bu iktidardır. Ekonomi de uyguladığı yanlış politikalardan dolayı çöküş yaşanıyor. İktisaden bu ekonomik çürümeden çıkış, bu iktidarla veya bu iktidarın savunduğu ekonomi politikalarıyla mümkün değil. Bunu artık herkes bilmeli. Çünkü bu iktidar emeğe, doğaya ve insana karşı bir iktisadi model gerçekleştirdi.

Ama bundan daha felaketi, bu iktidar toplumun kaynaklarını sadece beton ve yolsuzluk ekonomisiyle değil, savaş ekonomisiyle de çarçur etti. Bütçeden 'güvenlikçi politikalara' ayrılan paya, bütçe dışı fonlara, borçlanmaya ve uzun vadeli kredilere bakın. Devasa bir savaş bütçesi yürütülüyor. İşte en son ayranı yok içmeye hikayesiyle S-400'ler ortada. Neden S-400 veya F-35'ler alınıyor. Diyor ki '900 milyon dolay verdik, uçağımızı versinler yoksa biz yaparız'. Nasıl yapacağını da bilmiyoruz. Artık her şey mizah dergisi gibi oldu. Mizah dergilerinin az satması bundan dolayıdır. Çünkü insanlar mizahı yaşıyorlar. Bu bir kara mizah tabii.

Peki bu savaş yatırımları kime karşı yapılıyor? Kürtlere karşı. Kürtlerle barışıp bu fonları bunlara harcamasanız. Bu fonlarla bu ülkenin en temel yapısal sorunlarını çözseniz. Emekten ve doğadan yana adımlar atsanız daha iyi değil mi? Tabi ki daha iyi. Ama işte bu bir siyasi tercihtir. Birisi HDP'nin, diğeri Erdoğan'ın siyasi tercihidir. Bu tercihlerden birini seçmek zorundayız. Ya bu ülkeyi savaşa ve felakete sürükleyeceğiz ya da savaşa karşı çıkarak kendimize ait olan kaynaklarla bu ülkede eşitlikçi bir düzeni hep birlikte var edeceğiz.