'AB'nin Yeni Göç ve İltica Planı'nda Türkiye'nin rolü bekçilik'

AB’nin 2021’de yürürlüğe girecek Yeni Göç ve İltica Planı’nı değerlendiren HDK’den Müge Yamanyılmaz, plan için Kale Avrupa’nın bekçiliğini Türkiye’nin üsteleneceği kirli bir pazarlık olduğunu söylüyor.

Avrupa Konseyi’nin hazırladığı ve 1 Ocak 2021’de yürürlüğe girecek Yeni Göç ve İltica Planı, her açıdan Avrupa Birliği’ni göç dalgasından korumak üzerine şekilleniyor. Suriye savaşının başlamasından bu yana dünyanın en büyük göç dalgasının oluşmasıyla bir dizi yeni tedbir alan AB, bu yeni planla güvenlikçi politikalarını daha kararlı şekilde devam ettireceğini gösteriyor. Türkiye ile bir şekilde göçmen anlaşmasının da devam edeceğini gösteren bu plan, yasal bir insani hal olan ilticayı engelliyor. HDK Göç ve Mülteciler Meclisi’nden Müge Yamanyılmaz ile bu yeni planı, var olan durumu ve Türkiye’ye etkilerini ANF için konuştuk.

AB’nin göçmen politikaları uzun zamandır eleştiriliyor. Peki, 2021’de yürürlüğe girecek Yeni Göç ve İltica Planı öncesi durum neydi ve de nasıl bir çerçevede çıktı bu plan?

Aslında bu yeni bir plan değil. 2015'te Alan Kurdi'nin bedeninin Bodrum sahiline vurmasıyla Avrupa Birliği'nin göçmen politikasına ciddi eleştiriler getirildi. Bu kapsamda Türkiye ve AB, 18 Mart 2016'da Geri Kabul Anlaşması yaptı. Birleşmiş Milletler de bu anlaşmaya taraf olmayacağını ve bu anlaşmanın insani değerler gütmediğini söyleyen bir açıklama yapmıştı hemen arkasından 22 Mart'ta. 2015-2016 rakamlarına göre 1 milyon 800 bin mültecinin AB'ye girmiş olmasının yanı sıra; Yunanistan ve İtalya gibi fazlasıyla göçmen alan ülkelerin baskısıyla mültecilerin ülkeler arasında adil bir şekilde dağılımının olmadığı tartışmaları Avrupa Konseyi’nde başlamıştı zaten. Özellikle Moria Kampı’ndaki yangından da sonra Yunanistan başbakanı tarafının Avrupa Birliği'ne eleştiri olarak da bizzat dile getirildi. Aslında Merkel ve Almanya bu paktı, biraz da Avrupa Birliği ülkeleri arasında bir güven inşası olarak duyurdu. Bizim burada gördüğümüz şey ise şu, göçmenleri koruma adı altında çok büyük mülteci pazarlığın olduğu.

11 Eylül saldırısı bir şekilde dünyada göçmen nefretini yükseltti. 2004-2005 yılında Frontex (Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi) kuruldu. Frontex aslında göçün güvenlikçi politika haline gelmesinin somut örneğiydi. Frontex bir şekilde Kale Avrupa modelini güçlendirmek adına yapılan, 1985 Schengen politikasının da bir adım sonrasıydı. Avrupa Birliği bu çerçevede dijital gözetim, askerileşme, sınırın dronlarla izlenmesi ya da göç yolları haritasının gözlemlenmesi gibi uygulamalar hayata geçirdi. Bu da göçmenlerin geldikten sonra geri gönderilmesinin işe yaramamasının bir şekilde insanlara daha gelmeden, oralarda müdahale etme siyasetine çevirme çabasıydı. “İnsani kriz” “mülteci krizi” gibi kavramlarla da bunu politik bir alan dışına itmeye çalışıyordu. Türkiye'yi de Geri Kabul Anlaşması’nın filtre ülkesi olarak kullandı AB.

Avrupa Birliği bugün göçe sebep olan savaş, işsizlik, yoksulluk gibi sebepleri göz önünde bulundurmak yerine; göçmenleri durdurmak üzerine yeni bir anlaşmayı daha da kararlı bir şekilde hayata geçirmeye çalışıyor.

Peki, bu anlaşma ne getiriyor?

Frontex güçlendirilecek bir kere. Profesyonel denetim mekanizması kurularak kaçakçılar ve şebekeleri çökertmek üzerine operasyonel hareketler yapılacak. Bu da yine güvenlikçi politikaların söz konusu olduğunu gösteriyor. Göçü yasallaştırmak yerine tamamen illegalize eden bir anlaşma bu. AB’ye ulaşım yollarını doğrudan açmadığı gibi orta ya da uzun vadede göçmenler için bir çözüm olacağını düşünmüyoruz bu modelin. Pandemi yine geçişleri engellemek için uygun ve makul bir bahane olacak ki zaten bunu görüyoruz şu an. Çünkü göçmen vardığı ülkede öncelikle sağlık kontrolünden geçiyor; ama şu dönem pandemiden kaynaklı geri göndermeler daha sık oluyor. Yine sınır boyu gözetleme veritabanları, akıllı sınırlar yapılacak. Tarama teknolojileri, fişleme, parmak izi ile bir şekilde Geri Dönüş Koordinatörlüğü kurulacak. Böylelikle AB’ye gidiş konusunda mülteciler üzerinde bir umutsuzluk baskısı oluşturulacak. Bazı mevsimlerde özellikle deniz yoluyla Libya ve Türkiye üzerinden Avrupa'ya geçişler oluyor. O dönemlerde de Kriz Yönetim Protokolü uygulanmak isteniyor.

Nedir bu protokol?

Açıkçası şu an protokol hakkında net hiçbir şey bilmiyoruz. Ama bu durum Cenevre Sözleşmesi'nin tamamen askıya alınması anlamına geliyor. Çünkü hem Cenevre Sözleşmesi hem de Birleşmiş Milletler’in uluslararası devletlerin de taraf olduğu birçok sözleşmesinde, iltica bir haktır ve bu hak geri gönderilmeme ilkesi üzerinden şekillenmiştir. Bu aynı zamanda uluslararası hukuk tarafından da tanınmıştır. Ama Geri Dönüş Koordinatörlüğü ve Kriz Yönetim Protokolü tıpkı ülkemizdeki KHK'lar gibi işleyerek uygulamayı hayata geçirecek.

Bu plan çerçevesinde Avrupa Birliği ajansları da kurulacak deniyordu ve özel şirket olacak bunlar. Peki, devletlerin sorumluluğu özel şirketlere devretmesi ne anlama geliyor?

Kapitalizmin her fırsatı kâra çevirmek gibi bir bakışı olduğunu düşünürsek; devlet kendi yükünü hem özel şirketlerle paylaşacak hem de kamu-özel işbirliği altında aslında Avrupa Birliği politikalarının çoğunda çok net gördüğümüz, özel alanın buraya yatırım yapmasıyla da göçten kâr elde edecek. Bir şekilde bu kârın kaçakçılardan alınıp özel şirketlere verilmesi anlamına da geliyor.

Başka ne gibi uygulamalar var?

Aslında Geri Kabul Anlaşması’nda da vardı ülkelerin göçmenleri seçmesi. Günümüz dünyası açısından hem insan hakları hem birçok hak çerçevesinde insanların seçilmesi, son derece kabul edilmez bir durum. Bu durum bunca insan hakları protokolü ya da uluslararası sözleşmenin de aslında bir aldatmadan ibaret olduğunu gözler önüne seriyor. O da şöyle bir uygulama, insanları ikiye ayıracak bir kısmına mavi kart verecekler ve bunlar kalifiye insanlar olacak. İyi eğitim görmüş, beyaz yakalı olanlar muhtemelen. Diğerlerine de istihdam açığı üzerinden bir projeksiyon yapılarak göçmen statüsü olmadan geçici oturma izni verilecek. Böyle yaparak aslında işgücü ihtiyacını karşılamayı düşünüyorlar. Aslında Avrupa Birliği’nin artık göçmen emeğini istemediğini, var olan açığı da Doğu Avrupa ülkelerinden karşıladığını biliyoruz. Dolayısıyla bu iş gücü ayrımında Suriyelileri ya da Türkiye'yi transit geçişi olarak kullanan halkları kullanmayacaklarını öngörmek zor değil.

Şunu çok net söyleyebiliriz, 2001'den bu yana Avrupa Birliği bütün söylemlerini, organizasyonlarını ve kurumlarını göçmenlerin girişini durdurmak üzerine kurdu. Sınırların anlamsız, herkesin dünya vatandaşı olduğunu söyleyen ve hak temelli tüm çalışmalarına ve kendi kuruluş amacına uygun her şeye ters düştü Avrupa Birliği.

Öte yandan Türkiye de uzun zamandır göçmen kartını hem Avrupa Birliği’ne karşı hem de kendi iç politikasında bir şekilde kullanıyor. Bu çerçevede düşünürsek bu plan Türkiye'yi nasıl etkileyecek?

Bugün Kale Avrupa dediğimiz yerin bekçiliğini Türkiye üstlenecek, elbette bir fiyat karşılığında. Bu durum aslında kirli bir pazarlığın uluslararası hukuka tercüme edilmiş hali. Bu bize şunu gösteriyor mülteci hakları, insan haklarıdır ve hiçbir devletin insafına ya da vicdanına bırakılamaz. Bu anlamda mücadele veren herkese büyük sorumluluklar yüklüyor aynı zamanda bu durum. Biz HDK Göç ve Mülteciler Meclisi olarak bu tür süreçlerde daha çok inisiyatif almaya çalışıyoruz. Bunun yanı sıra hem Geri Kabul Anlaşması hem de bu yine anlaşma ile birlikte Türkiye'nin üçüncü güvenli ülke olarak sayılması söz konusu. Ama Türkiye zaten Cenevre Sözleşmesi’ndeki çekincesine göre Avrupa dışından gelenlere mülteci statüsü vermiyor. O yüzden teknik olarak da üçüncü güvenli ülke zaten olamaz. Bütün bunlar Avrupa Birliği devletleri tarafından yok sayılıyor. Yine bu Geri Kabul Anlaşması’ndan sonra Suriyeliler için çıkarılmış bir yönetmelik var o da geçici koruma. Bu geçici koruma yönetmeliğin başlığı da şöyle “yükümlülükler ve de alınacak hizmetler.”

Yani?

Yani Suriyelilere bir şekilde çeşitli sorumluluklar yüklüyor ama sağlık, eğitim gibi temel insan haklarını alınacak bir hizmet olarak sayıyor. Bu hizmetin karşılığını da Avrupa Birliği’nden talep ediyor. Bu aslında mültecilerin Türkiye'de hiçbir hakka sahip olmadığını gösteriyor. Yine mülteci seçimine izin verdiği için Türkiye ayrımcılığın da bir tarafı oluyor.

Türkiye bütün bu anlaşmalara rağmen göç alımını kaotik bir durumda bırakmış. Türkiye'nin geçmişinde yaptığı katliamlar ve benzeri birçok şey düşünüldüğünde, bir gecede insanları otobüslere doldurup sınır yığması, beklenen bir durumdu.

Türkiye’de Suriyelilere karşı nefret son derece yüksek. Ama bunun yanı sıra son dönemde özellikle gasp adı altında birçok Suriyelinin bıçaklandığını ya da saldırıya uğradığını görüyoruz, münferit olaylarmış gibi yansıyor basına. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, nefret artık gizli kalamayacak noktada ve o olayların münferit olduğunu düşünmüyoruz. Türkiye'de mültecilere yönelik yükselen bir nefretin yanı sıra bir emek sömürüsü de var. Ama şöyle bir şey var Suriyelilerin evine dönmesini isteyenler, onlardan nefret ettiklerini söyleyenler Suriyelilerle kurduğu temas son derece zayıf. Çünkü Suriyelilerin çoğu gettolarda yaşıyor, hatta görünmez oluyorlar ki bu özellikle yapılmış bir tercih çünkü hemen hemen her şeyin sorumlusu olmak gibi bir korkuları var ve saldırıya uğramak istemiyorlar. Ortada mültecilerin eşit koşullarda yaşaması yapılan bir sosyal uyum için hiçbir çalışma yok. Şöyle ki uyum, var olana uyum sağlamak anlamında ele alınıyor. Yani dezavantajlı grubun zaten oradaki koşula uyum sağlaması demektir bu. Türkiye'de de Türk -Sünni olan ağırlıklı kesime uyum çerçevesinde yaşama zorlanması demek oluyor mültecilerin. Bu da birçok doğru bilinen yanlışın ortaya çıkmasına sebep oluyor. Örneğin devletin mültecilere çok fazla olanak sağladığına dair yayın kanı var. Son anketlerde Türkiye'nin % 78'ini böyle düşündüğü de ortaya konuldu. Yine her 10 kişiden 6'sı Suriyeli mültecileri geri göndermek istiyor. Haliyle örneğin Türkiye'nin “ulusal çıkarlar” adı altında pazarladığı sınır ötesi operasyonları da hoş görüyor büyük çoğunluk. Türkiye bazı yerleri “fethettiğinde” o insanların oraya geri döneceğini düşünüyorlar. Ama bugün Türkiye'nin İdlib’i bombalaması demek yeni göçmen ve mültecilerin oluşmasından başka bir şey değil. Türkiye bugün bölgede, diğer emperyalist ülkeler gibi mülteci koşullarının yeniden üretilmesinde ve yine bunun bedelinin de onlara ödetilmesinde büyük rol oynuyor.

Örneğin kâğıt toplayıcılığı bugün büyük şehirlerde Kürt çocuklarından Suriyeli çocuklara geçiyor. Fakat doğru bilgilendirmeler olmadığı sürece burada halklar arasında da ikilemler yaratılıyor. Ama bu ikilemelerden tabii ki de sistem yararlanıyor çünkü halklar arasındaki eşitsizlik kapitalizm için çok kullanışlı bir şey. Biz HDK olarak herkesin onurlu bir yaşam sürmesinde ve barışta ısrar ediyoruz. Ayrıca kimse Suriye ya da başka bir yere zorla geri gönderilemez. Şu an Suriye sınırına da dronlarla ve gözetim kuleleri ile yeni bir duvar örülüyor. Bu da Türkiye'nin Yeni Göç Ve İltica Planı’na bir şekilde adapte olduğunun ve adım attığın da göstergesi.

Son olarak Van'da 61 mültecinin teknede hayatını kaybetmesi ve kimsesiz mezarlığına gömülmesi konusunda HDK ve bunun yanı sıra HDP Van il, ilçe örgütleri, Bir Arada Yaşamak İstiyoruz ve birçok bileşen ile girişimlerde bulunduk. Örneğin kolluk kuvvetlerinin bu bölgede mal varlıklarının araştırılmasını istiyoruz ama ne yazık ki bu anlamda bir adım atılmıyor. Çünkü Van, Afganistan yanı sıra İran'dan da Türkiye'yi transit olarak kullanan birçok göçmenin uğradığı bir nokta.

Bugün dünyanın her yerinde sömürgecilerin heykelleri yıkılıyorken bu devletler de kendi geçmişleriyle yüzleşmeli. Bu yaratıkları dünya aslında kendi eserleri…