M.Madra: İflasları görmeye başlayacağız

New Jersey Drew Üniversitesinden Doç. Dr. Yahya M.Madra, Türkiye’deki ekonomik krizi Yeni Özgür Politika gazetesine değerlendirdi. Madra, “Bu noktadan sonra iflasları görmeye başlayacağımızı tahmin ediyorum” dedi.

Ekonomik krizin gittikçe derinleşmesi, Dolar ve Euro’da yaşanan dramatik artışların tarihin en yüksek seviyesine ulaşması, işsizlik ve enflasyonun aynı anda artışından kaynaklı stagflasyona uyarıları yapılırken, IMF’nin Türkiye için hazırlıklara başladığı haberleri de yapılmaya başlandı.

Dolar ve Euro ise tarihin en yüksek seviyelerinde, sürekli olarak yeni rekorlara imza atıyor. Emekçiler cephesinde açlık ve yoksulluk sınırı artarken, ücretler ve alım gücü gittikçe erimekte. Yoksulun daha yoksul, zenginin ise paydaş olduğu sermaye yapısındaki değişim, yaşanan ekonomik krizi salt iktisadi anlamıyla değil, siyasal ve sosyolojik olarak da yeni değişimlere gebe bir boyuta taşıyor. OHAL’le birlikte iflas yasağının sona erdiği bir ekonomik düzlemde iflasların eşiğinde miyiz? Krizin açmazları ve fırsatlarını, halk için ekonomik ‘korunaklı alanlar’ yaratılıp, yaratılmayacağını ve daha fazlasını New Jersey Drew Üniversitesinden Doç. Dr. Yahya M.Madra Yeni Özgür Politika gazetesine konuştu.

Herkesin merak ettiği ilk şeyden başlayalım isterseniz. Birçok nedeni vardır elbette ama Dolar ve Euro’daki yükseliş ve dalgalanmanın nedeni nedir?

Döviz yükselişi aslında sadece bir belirti (semptom). Türkiye toplumunun yaşadığı olabildiğince derinleşmiş ve toplumsal yapının tüm (iktisadi, siyasi, kültürel ve doğal) alanlarına sirayet etmiş çok derin bir krizin en görünür belirtisi. Ama salt iktisadi bir süreç olarak değerlendirirsek, TL’nin Dolar ve Euro karşısında, hem de gelişmekte olan ekonomilerin para birimlerinden büyük ölçüde ayrışarak değer kaybetmesinin nedeni uluslararası nitelikteki mali sermayenin (aktörlerin yerli ya da yabancı olması değil, sermayenin niteliği önemli burada) Türkiye’de kazanabilecekleri faiz gelirini yeterli bulmamalarıdır. Bunun da iki temel açıklayıcısı var. Birincisi, ABD Merkez Bankası’nın, ABD ekonomisindeki büyüme eğilimleri karşısında, sıkılaştırma politikalarına yönelmesidir.

2008 krizi sonrası Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilere akan sermaye artık geri dönmeye başladı. Ancak bu durum Türkiye’ye özgü değil, sermaye ABD Merkez Bankasının politikalarının işaret ettiği doğrultuda, neo-Marksist jargonla “yarı-çeper” olarak adlandırabileceğimiz gelişmekte olan piyasalardan çekilerek “merkeze” geri dönüyor. Türkiye’ye özgü olan durum, ikinci açıklayıcı, bir yatırım alanı olarak Türkiye’nin risk priminin birbiriyle ilintili ve birbirini pekiştiren nedenden dolayı oldukça yükselmiş olmasına rağmen TCMB’nın temel politika faizlerinin, bu riskleri yansıtan bir seviyede olmaması, yapılan yükseltmelerin TCMB’nın bağımsızlığına gölge düşürecek derece gecikmiş ve tutuk olması ve artık herkesin bildiği nedenlerden dolayı TCMB’nın piyasaları teskin edici, onlara istikrar ve yön verici “kurucu” işlevini yitirmiş olması.

Peki, risk primi neden yükseliyor?

Herkes, biraz da Acemoğlu vb. yeni kurumsal iktisatçıların uzun dönemli iktisadi büyüme modellerinde altını çizdiği üzere, hukukun bağımsızlığının ortadan kalkmış olmasından dem vuruyor. Çok kabaca, bu yeni kurumsal iktisatçılara göre eğer bir toplumda özel mülkiyeti ve sözleşme yasasını güvence altına alacak bağımsız bir hukuk düzeni yerleşmemişe, kapitalist üretim ilişkileri derinleşemez ve kurumsallaşamaz. Dolayısıyla kendini güvencede görmeyen uluslararası sermaye daha yüksek bir risk primi talep etmeye başlar.

Türkiye’deki sorunun, en azından henüz, bu olup olmadığından emin değilim. Zaten Ümit Akçay gibi Marksist iktisatçılar hukuki güvencenin olmadığı yerde siyasi güvencenin pekâlâ boşluğu doldurabileceğini söylüyorlar. Keza Erdoğan tüm bu “geçiş dönemi” boyunca sermayeye, “Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz” türünden mesajlar vermeye devam etti. Ama tabii iktidarın tek bir elde bu kadar net bir şekilde toplandığı bir noktada siyasi güvencenin de artık pek bir inandırıcılığı kalıp kalmadığını sorgulamak gerekir. Bir de buna Erdoğan’ın epeydir arzu ettiği, sermayeyi kendi istediği şekilde yeniden düzenleme projesini gerçekleştirmek için tüm kaldıraçları kendi denetimine aldığı gerçeğini eklersek, siyasi güvenceden de bahsetmenin pek mümkün olmadığını teslim etmek gerekir.

Ama ben bunun da şu kısa vadede en önemli etken olduğunu düşünmüyorum. Bugün uluslararası sermaye son derece akışkan ve bu akışkanlık onun bizim gibi dışarıdan bakanların idrâk edemeyeceği kadar miyopik (kısa vadeli) davranmasına olanak tanıyor. Erdoğan çok radikal bir hamleyle, Malezya’nın 1990’ların sonunda yaptığı türden bir iktisadi politika değişikliğine giderek sermaye hareketliliğine sınırlandırma getirmedikçe, kısa ve orta vadede uluslararası finansal sermayenin risk primi hesaplarında hukuk düzeninin bağımsızlığını kaybetmesinin ya da tek adam rejiminin istikrarsızlık yaratıcı etkilerinin çok büyük bir ağırlık taşıyacağını düşünmüyorum. Bence Türkiye’nin risk priminin bu kadar artmasının en önemli nedeni özel sektör borçlanmasının çok yüksek olduğu ve bankacılık sisteminin bu borçlanma yükünü kaldıramayacak halde olduğu görüşünün yaygınlaşması. Yani sorun siyasi diyenlere karşı, sorunun en temelinde iktisadi olduğunun altını çizmek gerekiyor -en azından mercek ayarını netleştirmek açısından.

Kuşkusuz finansal piyasalarda “algı” başlı başına süreçlerin yönünü belirleyen bir etken. Finansçıların ağzından düşmeyen bir “hikaye” jargonu vardır. İşte “2000lerde Türkiye’nin bir hikayesi vardı, ama maalesef artık yok” şeklinde ifade edilen. Burada kastedilen “algı” yönetimidir. Mehmet Şimşek’in belki de en önemli işlevi buydu. Neoliberal popülizm dönemi olarak tanımlanan “yükseliş” yıllarında Türkiye, Derviş reformlarının ve AKP’nin neoliberal küreselci tutumunun yarattığı olumlu “algı”nın ekmeğini bayağı yemişti. Şimdi ise, keser döner sap döner hesabı, olumsuz “algı”nın beslediği olumsuza giden bir sarmalın içinde ekonomik krize doğru sürükleniyor.

Ekonomik kriz beklentisi gittikçe yükseliyor. Geçmişte çok sancılı süreçler yaşansa da bugünkü kriz geçmiştekinden daha farklı, daha örtük yaşanıyor sanki. Bugünkü krizin 2002 öncesi krizlerden nasıl bir farkı var sizce? Bu kriz nasıl gizleniyor?

2002’den sonra Derviş reformlarıyla uluslararası para piyasaları ile bütünleşmiş Türkiye ekonomisinin dinamiklerini belirleyen en önemli etkenlerden biri, az önce anımsattığım üzere bu para piyasalarının dalgalanmaları… Büyümeyi de, daralmayı da belirleyen en önemli etken bu piyasalarda olan bitenlerdir. Bu nedenle günümüzdeki krizi de bu küresel konjonktür içinde değerlendirmek gerekiyor. En temelinde bu bir borç krizidir, yani birçok iktisatçının, yorumcunun “neoliberal popülizm” olarak adlandırdığı, ödemeler ve ticaret açıklarından kaynaklanan, cari açığı uluslararası mali sermaye akışını yöneterek döndürmeye dayalı birikim rejiminin krizidir.

Borç krizi derken, borçlananın kim olduğu önemli. AKP dönemi boyunca kamu borçlanmasının azaldığını, özel sektör borçlanmasının ise dramatik bir şekilde arttığını biliyoruz. Hane halkı borçlanması da keza, özel şirketler kadar olmasa da Türkiye tarihinde görülmemiş ölçüde arttı. Önceki dönemlerdeki krizlerden en önemli farkı borçlanma yükünün kamuda değil özel sektör üzerinde olması. Burada iki noktanın altını çizmek gerekiyor. Birincisi ticaret açığının kaynağı sanayimizin ara-mal ve enerji ithalatına bağımlı olması. Dövizin yükselmesi sanayii buradan vuruyor. Petrol fiyatlarının yükselmesi de cabası…

İkincisi, kamunun borcu özel sektöre göre az diyoruz ama mega projelerin finansmanı dolayısıyla duyduğumuz hazine garantili borç stoku 14 milyar dolar seviyesinde ki, bu 2007’ye kadar düşüş göstererek 4 milyar dolar seviyesine kadar inmişti. Benzer bir şekilde, Türkiye artık (2016’dan beri) faiz-dışı fazla verememekte… Faiz ödemeleri çıkarıldığında bütçenin fazla vermesinin en önemli işlevi kamu bütçe disiplinin en önemli göstergelerinden biri olması. Bu iki nokta bütçe disiplinin bir çıpa olmaktan çıktığına işaret.

Kriz nasıl görünmez kılınıyor diye soruyorsunuz.

* Birincisi, hükümet 2016’dan beri farklı manivelaları kullanarak kamu harcamaları musluğunu açtı, bunların etkisi bugüne kadar geldi.

* İkincisi, OHAL süresince iflas ilan etmek yasaklanmıştı, bu süreç şimdi sona erdi, bu noktadan sonra iflasları görmeye başlayacağımızı tahmin ediyorum.

* Üçüncüsü ve belki de en önemlisi krizin de ekonomideki birçok mesele gibi bir algı yönetimi meselesi olması. Kriz finans piyasalarını sert bir şekilde vurmadan, büyük şirketler, bankalar batmadan kapitalist dünyada kimse krize kriz demez. Kriz ekonominin zirvelerindeki şirketleri vurduğu zaman kriz olur.

Bir de Türkiye’de medyanın sefaleti söz konusu… Geçen gün Uğur Gürses yazdı, havuz medyasının krizi bu kadar bastırıyor olmasının derinden güven sarsıcı bir yanı da var. Bu krizin daha derinleşmesine bile neden olabilir. Ne demişler, bastırılan her zaman geri döner.

Türkiye’de yaşanan rejim değişikliği, savaş harcamalarının artması krizi nasıl etkiledi? IMF’nin Türkiye’de ekonomik krizin derinleşmesi durumunda bir planlamaya gittiği haberleri de yapılıyor. ‘Kemer Sıkma’ politikaları kapıda mı?

Bu soru çok önemli. Başka bir ifade ile, yeni rejimin ekonomi politikası ne olacak? IMF’nin yerleşik neoliberal mali disiplin, kemer sıkma politikalarını kendi kendilerine ya da IMF ile birlikte uygulamaya koyacaklar mı yoksa epeydir dillerine doladıkları eksen değişimini tamamlayıp, daha farklı, BRICS ülkelerinde rastlanan türden devletin öncülüğünü yaptığı (Ümit Akçay’ın dediği türden) “utangaç kalkınmacı” bir ekonomi politikasına mı yönelecekler? Birinci yol, Merkez Bankası konusunda yapılan tasarruflardan ve eleştirilerden geri adım atmayı ve ona belli bir hareket alanı açmayı gerektiriyor. Bunun mümkün olabileceğini siz düşünüyor musunuz? Berat Albayrak sanki bayrağı Mehmet Şimşek’den almış gibi bir iki sakinleştirici demeç veriyor ama hemen sonra Erdoğan bunları boşa çıkaracak açıklamalarda bulunmaya devam ediyor. Benzer bir şekilde önümüzde yerel seçimler varken ve bu kadar ağır bir borçlanma krizi üretimi ve tüketimi sarmalamışken, kamu bütçe disiplininin sağlanabileceğini de düşünmüyorum.

O zaman bu rejim için ikinci yol mümkün mü? İkinci yol, yani Türkiye’nin farklı, heterodoks bir kalkınma rejimine oturma olasılığı çok düşük geliyor. Birincisi, Erdoğan’ın çevresindeki kadronun ne böyle bir donanımı var ne de böyle bir tahayyülü. Belki Cemil Ertem ve (Has Parti döneminde) Numan Kurtulmuş’un muğlak da olsa bir alternatif büyüme modeline işaret eden telaffuzları var. Fakat Yiğit Bulut’un TRT’deki konuşmalarına kulak kabarttığımızda duyduğumuz şey şu: Türkiye uluslararası sermayenin yatırımları için çok uygun bir ülke, borsasındaki menkul değerler belki de daha önce hiç uygun olmadığı kadar ucuz. Yatırımcılar özellikle savunma; telekomünikasyon, siber güvenlik, yazılım; ve bankacılık sektörlerine odaklansın keza önümüzdeki dönemde bunlar lokomotif sektörler olacak diye tüyo veriyor. (Altyapı ve inşaatın odaktan çıkarılmış olması dikkate değer -herhalde orada sınıra dayanıldığının farkında hükümet.) Bu iddiaların gerçekçi olup olmadığı sorusu baki kalmak üzere asıl sormamız gereken tarif edilen birikim rejiminin nasıl bir rejim olduğu? Finansallaşmayı ve silahlanmayı odağına almış, savunma sanayinin lokomotifliğinde yazılım ve telekomünikasyon sektörlerine dayanan bir rejim tarif ediliyor. Finansallaşmayı aracı kurumları, katılımcı bankacılığı, türev piyasalarını çeşitlendirmeli ve derinleştirmeliyiz diyerek neoliberal paradigmadan kopmayacaklarına, dertlerinin sadece uluslararası mali sermaye ile olan güç dengesini Türkiye lehine yeniden kurmak istediklerine işaret ediyorlar. (Emperyalist güçler arasında elindeki tek kartı, eksen kartını kullanarak nereye kadar pazarlık marjları esnetilebilir dehşet içinde izlemeye devam edeceğiz.) “Savunma sanayinde ilk ona gireceğiz” diyerek, “Türkiye’nin tüm diğer toplumsal sorunlarına güvenlikçi yaklaşımlar geliştirmeye devam edeceğiz” (ve dolayısıyla çözümsüzlüğü yeniden üreteceğiz) diyorlar. Ve telekomünikasyon odağa alarak herhalde iç talebe ve akıllı telefon almaya devam edeceklerine inandıkları genç nüfusa güveniyorlar. Yani, GSYH’nın %20’sine dayanan kişisel borçlanmanın daha gidecek çok yolu (finansallaşmanın derinleşmesi) var demeye getiriyorlar. Ben burada alternatif bir kalkınma modeli değil, finansallaşmaya dayalı eski modeli şirket-devlet milliyetçiliği içinden yeniden canlandırma çabası görüyorum.

20 Temmuz’da ilan edilen OHAL darbesi sonrasında 150 bine yakın insan kamudan uzaklaştırıldı. Birçok kişinin mal varlıklarına el konuldu. Halk arasında ‘’işlerinden çıkarılan kişilerin yerine işsiz olanlar alındı, o nedenle ekonomiye bir etkisi olmaz’’ denilse de bunun ekonomiye etkisi sizce nasıl oldu ve sermaye dengesi nasıl değişti?

Burada birçok yorumcu bürokrasiden Gülencilerin temizlendiğini, yerine Menzilcilerin, Ülkücülerin alındığını belirtiyor. Hatta bazıları MHP’nin yeni hükümette temsil edilmemesinin önemsiz olduğunu, MHP’nin asıl istediğinin bürokrasideki kadrolar olduğunu belirtiyor. Bu saptamaların ne kadar doğru olup olmadığını bilmemiz şu koşullarda mümkün değil. Ülkenin koşullarının ayrıntılı bir devlet etnografisi yapmaya müsait olmadığı açık.

Lakin şunu söylememiz gerekiyor. Kriz aynı zamanda bir fırsattır. 2000’lerin başındaki krizde temel sermaye-içi çelişki mali sermayeyi denetimi altında tutan İstanbul burjuvazisiyle, krediye ihtiyaç duyan yükselen Anadolu burjuvazisi arasındaydı. İstanbul sermayesi o krizden gayet memnun, Anadolu sermayesinden artık-değer sifonlayarak çıktı. Anadolu sermayesi de ekonominin yönetiminde kendilerine yakın bir hükümet bulmanın avantajını 2000’ler boyunca değerlendirdi. Bugün ise konjonktür farklı. Erdoğan rejimi sermayenin bileşimini yeniden tanzim etmeye devam etmek istiyor. Uluslararası sermaye ile ilişkili dinamik kesimlerin gücünü kırmak, rejime yanaşmış ondan beslenen, devlete mecbur ve rejimle uyumlu bir sermaye istiyor. 20 Temmuz sonrasında Anadolu burjuvazisi içindeki Gülenci dikenleri büyük ölçüde temizledi, onların piyasa payları geriye kalan diğer şirketler tarafından paylaşıldı. (Burada temellük edilen malvarlıklarına değinmiyorum bile.) Aydın Doğan’ın tasfiyesi ile İstanbul sermayesi elindeki en önemli ideolojik aygıtı teslim etti. Önümüzdeki krizi bu açıdan da izlemek gerekiyor. Kriz döneminde destek bulan projeler hangileri olacak? Geçen gün ilan edilen 100 projenin bu şekilde irdelenmesi faydalı olabilir.

İşsizlik gittikçe artıyor. Açlık ve yoksulluk sınırları yükseldikçe daha geniş halk kitleleri bu sınırların altında yaşamaya mahkum ediliyor. İşsizlik artışı kısa ve orta vadede nasıl bir seyir izleyecek sizce?

Türkiye’de zaten yüzde 10’a yakın yapısal bir işsizlik hep olageldi. Kriz döneminde bu daha da artacak. Ancak burada dikkat edilmesi gereken kadın ve genç işsizlik oranları. Ekonomik krizi öncelikle bu demografik kesimleri etkiler. İşsizlik ve borçlanma süreçleri krizi sürecinde birbirini olumsuz şekilde etkileyecekler. Özel sektördeki borç yükünden ve durgunluktan kaynaklanan iflaslar işsizliğin artmasına, işsizliğin artması hanelerin faiz ödemelerini aksatmalarına, takibe düşmelerine neden olacak. Ve tabii ki bu iki süreç de bankacılık sektörünün krizin etkilerini doğrudan hissetmesine neden olacak. Ekonomi ilişkisel bir yapı, bir sektörün aksaması dalga dalga diğer sektörlerin, aktörlerin de aksamasına neden oluyor.

TOPLUMSAL EKONOMİLER İNŞA EDİLMELİ

Üretime dayalı alternatif geçimlik ekonomiler, geçimlik tarım birlikleri, komünler, kooperatiflerin krizlerin yıkıcı etkisinden halkı koruyan bir işlevleri de var. Sizce Türkiye’deki halkları yaşanan ekonomik krizlerin yıkıcı etkisinden kurtarmak için ‘korunaklı modeller’ inşa edilemez mi?

Kuşkusuz, zaten ekonomik krizler sadece zirvedekiler ve iktidardakiler için fırsat değil, halklar ve en alttakiler için de bir fırsattır. Örneğin Arjantin’de ya da Yunanistan’da kriz sonrasında alternatif ekonomilerin biraz da zaruret yüzünden denenmeye başlandığının hikayelerini geçtiğimiz 10 yıl boyunca duyduk. Belki bahsettiğiniz türden “korunaklı modellerin” inşası Türkiye sollarının kendi mahallelerinin dışına çıkarak AKP’nin kapsama alanın altına sıkışmış mahalleri de örgütleyebilme fırsatını doğurabilir.

Burada şu yanlış ikileme düşmemek gerekiyor: Ya kitleleri örgütleyeceğiz ya da kendi aramızda, örnek teşkil etmesi için, alternatif ekonomiler örgütleyeceğiz. Böyle bir ikilem hem çok sığ bir örgütlenme anlayışından hem de alternatif ekonomileri çepere, kapitalizmin çatlakları arasına sıkıştıran bir tahayyülden kaynaklanıyor. Birincisi, kitlelerin örgütlenmesi onların gündelik yaşamlarındaki, yaşamlarının yeniden üretilmesi ile ilgili sıkıcı ve banal ama bir o kadar da önemli sorunlara yaratıcı çözümler üreterek mümkündür. Ortadoğu’daki sağ popülizmler (Filistin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, Türkiye’de bir noktaya kadar Refah) emekçi sınıfları bu şekilde örgütleyebildiler. Bu noktadan bakıldığında solun insanlara sunacağı en güçlü öneri, kanımca ekonominin başka bir şekilde örgütlenmesidir. İkincisi “korunaklı modeller” olarak tanımladığınız alternatif ekonomileri sadece kapitalizm-sonrası bir döneme hazırlık olarak düşünmemek gerekiyor. Evet böyle “prefigüratif” bir boyutu var bu deneyimlerin. Ancak bu demokratik karakterli toplumsal ekonomiler aynı zamanda sol (radikal demokrat olsun, komünist olsun) toplumsal hareketlerin tabiri caizse “altyapısı” olarak da düşünülmeli. Böyle bir demokratik toplumsal ekonomiye sırtını dayamayan demokratik toplumsal hareketler (sol popülizmler) eninde sonunda ilişkiye girmek zorunda kaldıkları “ilerici” sermaye ya da orta sınıfların etki alanına sıkışacaklardır. Oysa demokratik toplumsal hareketler kendi demokratik toplumsal ekonomisinden güç alabildiği ölçüde üzerinde yükseldiği zemine sağlam basabilir, sıçramalar yapabilir.

YAHYA M. MADRA KİMDİR?

Yahya M.Madra neoliberal aklın iktisadi düşünce tarihindeki yeri; Marksizm ve psikanalitik kuram arasındaki ilişki; alternatif ekonomik yapılar ve sanatın ekonomi politiği üzerine çalışmaları makale ve kitap bölümleri yayınlanan bir iktisatçı. 2014’te bir popüler iktisat projesi olan Madra, 2011-2016 yılları arasında Toplum ve Bilim dergisinde de yayın kurulu üyeliği yaptı. 1998’den beri Rethinking Marxism dergisinde de yayın kurulu üyeliği yapmakta olan Madra, 2019’dan itibaren bu dergiye eş-editörlük yapmaya devam edecek. 2011-2016 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde de dersler veren Madra, 2016 yılından itibaren ABD’de New Jersey Drew Üniversitesi’nde dersler veriyor ve New York’da psikanaliz eğitimi almaya devam ediyor.

KAYNAK: YENİ ÖZGÜR POLİTİKA