Dilawer Zeraq: Kürtçe yazmak direniştir

Yazar Dilawer Zeraq, sadece Kürtçe yazmanın, her zaman ve her anlamda bir direniş biçimi olduğunu belirterek, “Biz direnirken, dilin kendisi de direniyor” dedi.

Kürt edebiyatının önemli yazarlarından Dilawer Zeraq’ın Bêhna Dara Sincê kitabı Lis Yayınevi’nden çıktı. Zeraq, Kürtçenin derinliklerine sürüklediği okuyucularını yepyeni bir gizemle karşılaştırıyor. Aralık kapıların ardında ise ağaçların bahar, sonbahar kokusu. Akıcı ve özenle seçilmiş kelimeler nahoş bir tat bırakıyor okuyucuların dilinde. Kürtçenin yaşadığı politik saldırılara karşı, keyifli bir şiirsellik ile kendini bulma ritüeli sunuyor adeta.

Bütün eserlerini Kürtçe yazmakta ısrar eden Zeraq için bu, çok önemli, çünkü o Kürtçe ile nefes aldığını söylüyor. Kürtçe yazmanın bir ‘anti-ret’ olduğunu belirten Zeraq, Diyarbakır 6. Kitap Fuarı kapsamında hem yeni çıkan kitabı ve Kürt edebiyatı hem de fuarla ilgili sorularımızı yanıtladı.

Öncelikle yazar olma hikayenizi dinlemek istiyoruz. Size yazdıran şey ne oldu, nasıl yazmaya karar verdiniz?

Aslında yazar olmak anlamında bireysel bir hikayem yok. Bu, bana yazdıran şeylerle bağlantılı bir durum. Kürtçe yazmak, benim yazmaya başladığım zamanlarda, hatta şu içinde bulunduğumuz zamanda, sıra dışı bile sayılamayacak bir ötelenmişlikle ilgili. Elbette her kesin birey olarak bir öyküsü var ama benim yazmama neden olan etkenler, sadece bireysel yaşanmışlıklarla ilgili değil. Benim için tamamen ilk gençlik dönemlerinde fark ettiğim Kürtlerin ve Kürtçenin içinde bulunduğu durumla ilgili. Kürtçe bir dil olarak kendi yurdunda bir tür mekansızlaştırma politikasıyla ötelenmişti. Bu ötelenme, hem dili hem de benim gibi Kürtçe ile yaşamsal bağı olan bir çok kişiyi çok yönlü rahatsız ediyordu. Bu ötelenme durumu, dili yalnızlaştırıyordu da. İşte tam da bu yalnızlığı biriciklikle çoğaltmak ve dilin kendi mekanını oluşturma fırsatını elde edebilmesi için dille bütünleşme çabası başladı. Başlayan, aynı zamanda yazarlığımdı da.

Bütün eserlerinizi Kürtçe yazıyorsunuz. Bunun özel bir anlamı var mı?

Evet, var. Kürtçenin mekanı, yurdu, yuvası, ruhu ve deryası… Bütünüyle benim nefes aldığım, kendimi ben hissettiğim, Kürtçe konuşup yazıp okurken, varlığın kendini hissettirmesi anlamında, varoluşumu hissettiğim, fark ettiğim, hep yeniden ve bir kez daha oluşturduğum ve içinde yaşadığım bir dünya. Bu dünya, aynı zamanda dilin mekanı ve bu mekan benim yurdum. Terk edilemezlik özelliğini kendinde var eden ve özenle saklayan bir mekan. Zaman zaman şu söyleşide olduğu gibi, başka bir dildeyken mekansızlık hissi oluşuyor. Mekansızlaştırma politikalarına maruz kalan Kürtçe, aslında yazıda ya da benim yazarlığımda ve benim için yurduna kavuşmuş, mekanını oluşturmuş oluyor ve ben başka bir dilde yazdığımda, kendimi mekansız hissediyorum. Kürtçe yazmamın özel anlamını, kendi yaşam alanını ve mekanını oluşturmuş iki ‘dildar’ gibi anlayabiliriz.

Kürtçe üzerindeki derin baskılara karşı sadece Kürtçe yazmak bir direniş biçimi midir?

Sadece Kürtçe yazmak, her zaman ve her anlamda bir direniş biçimidir. Bu aynı zamanda bir anti-rettir de. Yani reddedilme onuruna bile layık görülmemiş bir dilden bahsediyoruz. Yaklaşık 70-80 yıllık bir aktif yasaklama süreci var ve yasaklama biçimi, sen varsın ama reddediyorum biçiminde değil. Sen yoksun biçimindedir. Yani ret, aynı zamanda karşı varlığın kabulüdür de. Yok saymak, onun varlığının söz konusu yapılamayacağı bir durumu getirir beraberinde. İşte böyle bir durumda kalmış bir dille yazmak, dilin kendi yeteneği, kapasitesi ve genişliğiyle kendini var etmesi demektir. Yani Kürtçe yazmak, bireysel bir direniş biçimiyse sadece Kürtçe yazan bizler, Kürtçenin hak ettiği varlık durumunu da kazanmasına destek oluyoruz. Biz direnirken, dilin kendisi de direniyor ve reddedilme hakkını da elde ediyor.

Roman, öykü alanında Kürt edebiyatı nasıl bir yol izliyor?

Bu koşullar içerisinde düşündüğümüzde oldukça iyi diyebilirim. Yaygın eğitim dili olarak kabul görmemiş ve resmi dil sıfatından mahrum kalmış –bırakılmış- bir dilde öykü, roman yazmak, yani bir bütün olarak edebiyat yapmak, oldukça zahmetli bir iş. Öncelikle yazan kişinin kendini eğitmesi gerekiyor. Verili dille yapılan edebiyatın çok da kabul edilebilir bir yanı kalmadı günümüzde. Eğer Kürt edebiyatçısı, Kürt dili edebi eserlerini bir üst düzeye taşımak istiyorsa verili dili daha iyi bir düzeye taşıyıp daha anlaşılır biçimde kullanmak zorunda. Bu açıdan düşündüğümüzde, öykü ve roman türündeki eserlerin, genel anlamda ve bir bütün olarak, henüz istenilen düzeye gelmemiş olduğu görülüyor. Eserleri tek tek ele aldığımızda bazılarının dünya edebiyatı düzeyinde oldukları da kuşku götürmez. İşte, kendini verili dilin biraz ötesine taşıyabilmiş yazarlar, söz konusu yolu izleyen yazarlardır. Kürt edebiyatı, bu anlamda hem dil ve kullanımı hem de dilin çeşitli anlatım olanaklarının bilincinde olmak açısından, toplumun ve bir kısım okuyucunun ilerisinde bir seyir izliyor. Bu nedenledir ki bu durumdaki yazarlar için ‘dili çok zor’ gibi değerlendirmeler yapılıyor.

Ayrıca Kürt edebiyatında, yazın biçimleri ve içerikleri açısından kendiliğinden bir ayrışım gerçekleşmiyor. Sanki bir şeyler buna müdahale ediyor ve yapay ayrımın gerçekleşmesini istiyor. Okuyucuya Kürtlerle ilgili olmayan, Kürtlerin içerisinde bulunduğu koşulları anlatmayan, farkında olmasına katkı sunmayan; bireysel ve toplumsal yaraların ana nedeninin, halk olarak içinde bulunduğu hal olmadığını anlatan veya enjekte eden; bu durumu bireysel düzeye indirgeyen eserler, edebi açıdan daha evrensel, daha kabul edilebilir ve daha kaliteliymiş gibi bir izlenim yaratılıyor. Üstelik bu, doğru ve gerçekmiş gibi sunuluyor. Bu yolu izleyen yazarlar bu türden eserler de üretiyor. Böyle eserler olmamalıdır, demiyorum. Demek istediğim; iki uçlu ve sanki biri negatif, biri pozitif yönlü olan kutuplaşma yaratılıyor. Bu durumu, Kürt edebiyatı için gereksiz, ayrıştırıcı, uzaklaştırıcı ve yozlaştırıcı etkiler olarak tanımlıyorum. Durum ve izlenen yol, biraz ve kısaca böyle.

Eğitim dili olmayan Kürtçe açısında romanların ve öykülerin yayınlanması önemli mi?

Kürtçe gibi bir dil için edebi eserler, kesinlikle hayati önem arzediyor. Eğitim dili olma yolu kapatılmış ve engellenmiş Kürtçe gibi bir dil için her edebiyat eseri bir eğitim eseri niteliğindedir. Edebi eserde, aynı zamanda o toplumun geleneksel değerleri, kültür ve folklor içerikleri, günlük yaşamın etik değerleri vs. gibi özellikler de barınmakta ve bir tür eğitici rol oynuyor. Ayrıca, dil, bir ulusun kültürünün ve ulusal varlığının ana belirleyicisi ise edebiyat eserleri bu dil ile üretim yaparak ulusal dili canlı tutup geliştirme işini ve işlevini de üstlenirler. Sadece bu açıdan baktığımızda bile önemin büyüklüğü apaçık ortada duruyor.

Yoğun bir asimilasyon baskısı altında olan toplum açısından Kürt yazarların tutumu nasıl olmalıdır?

Kürt yazarlarının tutumlarının nasıl olması gerektiği konusunda tezler ve tavsiyeler öne sürme yetki ve hakkımın olduğunu düşünmüyorum. Her yazar kendi yazınsal ve yazarlık tutumunu kendisi belirler ve o yolda ilerler. Doğru ya da yanlışlığı sadece eserlerin işlevi ve etkisiyle ortaya çıkar. Bireysel görüş olarak ve kendi yazarlığım için diyebilirim ki; günümüz şartlarında ve içinde bulunduğumuz lanetli durumda, eğer bir Kürtçe edebi eseri, toplumun acılarını, sevinçlerini, eksikliklerini, iyi ve kötü yönlerini, yani bir bütün olarak yaşamsal öğelerini estetize edip anlatmıyorsa, toplumun bu anlamda varoluşuna katkıda bulunmuyorsa ve en önemlisi, Kürtçe yazında toplumun ulus olarak içinde bulunduğu ‘bindestlik’ halinden kurtulma, yani ‘dekolonizasyona’ katkıda bulunmuyorsa benim için o eser sadece Kürtçe yazılmıştır ve bu nedenle ’Kürt Edebiyatı’na dahildir.

Bêhna Dara Sincê’de sanki satır aralarında gizlenen bir kendini bulma, tanıma misyonu gizli gibi…

Yazdığım eserlerin içerik değerlendirmelerini yapmak durumunda olmadım hiçbir zaman. Bu etik anlamda bir tercihti ve halen de öyle. ’Kendini bulma, tanıma misyonu’ biçimindeki tanımlamanız üzerinden birtakım şeyler söyleyebilirim. Bundan önce Sêyîneya Winda (Kayıp Üçlemesi) adını verdiğim Şevên Winda Wêneyên Meçhûl (Kayıp Geceler Meçhul Suretler) - Mirina Bêsî (Gölgesiz Ölüm) - Nexşên Li Giyan (Ruha Nakışlar) adlarıyla üç roman yazdım. Bu romanlarda, Kürt kadınının kamusal alana katılma biçimlerini ele aldım ve bu alanda aktif eylemsellik gerçekleştirmesi üzerinden, Kürt kadınının tarihsel ve toplumsal olarak ezilmişliğinin neden ve biçimlerini ortaya koymaya çalıştım. Bununla beraber Kürt kadınının bu durumdan kurtulup bulunduğu düzeyi yukarıya taşıma ve ezilmişlikten kurtulma mücadelesini, romanların ana teması olarak işledim. Tabii ki bu ikili ve karşılıklı bir durumdu. Kürt erkeğinin de içinde bulunduğu toplumsal konum ve ‘sanal iktidarı’ söz konusuydu. Sanal iktidar diyorum, çünkü biliniyor, ‘Düşürülmüş erkeklik’ tanımlaması yapıldı.

Bu düşürülmüşlük tam da Kürt erkeğinin yükselemediği noktada – yani sanal iktidar- söz konusuydu. Çok açıktı. Yani özellikle Kürt erkeği, Kürtçe deyimde olduğu gibi, ‘Ji xwe re şêr e ji xelkê re ker e’ türünden bir sanal iktidara sahipti. Bir tür düşürülmüşlük. Diğer taraftan Kürt erkeği ile Kürt kadını arasında var olan ölçülemeyecek düzeyde bir eşitsizlik ve iktidari ilişki söz konusu. Bu türden, yani toplumsal üretim ilişkileri ve yaşamı biçimlendiren ve ona yön veren olarak Kürt kadınının ve erkeğinin, toplumsal eşitlik anlamında, eş düzeyde bulunmasını bir tür terazi hareketi biçiminde anladım. Yani sadece Kürt kadınını yukarı taşımayla söz konusu eşitlik sağlanamazdı. Kürt erkeğinin yukarıda olma halinin de –bu aynı zamanda düşürülmüşlük halidir de- aşağıya -yani kendi seviyesine-, çekilmesi gerekirdi. Bu benim yazar olarak toplumsal içerikli bireysel düşüncem.

Bunun için yine en az üç roman- ama üçleme olmayacak- yazmayı tasarladım. Bêhna Dara Sincê bu romanların ilki. Bêhna Dara Sincê, ‘korku-güç-sevgi’ kavram ve içerikleri üzerinden kendini koku teması ile oluşturuyor –bu koku erotize edilmiş bir koku değil elbette; aksine varlığı belirleyen ve anlamlandıran bir koku- ve tamamen Kürt erkeğinin biçimlenmemiş halini kendine sorun ediniyor. ‘Korku-güç-sevgi’ arasında bocalayan ve koklamayı bilmeyen Kürt erkeği. Bêhna Dara Sincê romanında, tanımladığınız ‘kendini bulma, tanıma misyonu’, Kürt erkeğinin koklama yeteneğini kazandığı oranda, kendini bulmaya başladığını ve ‘korku-güç-sevgi’ üçgeninde kendini tanıma sürecine girdiğini anlatmaya çalıştım. Bu üçlü kavram ve durum üzerinden, Kürt erkeğinin terazide bulunduğu halin aşağıya çekilme ve Kürt kadını ile toplumsal eş düzeyi yakalama yol, biçim ve içeriklerini kendine dert edinecek iki roman daha yazmayı tasarladım. Başarabilirsem tabi. 

Kürtçe okuyucu kitlesi sizi memnun ediyor mu?

Eğer nicel anlamda okuyucudan bahsediyorsak ne yazık ki hayır. Nitel anlamda ise belirli bir okuyucu kitlesi var; bunlar benim gibi yazanların da içinde olduğu bir kitle. Diğer dillerde de zaten yüksek düzeyde bir okuyucu profiline dahil edebileceğimiz bir kitle. İşte, Kürtçenin asıl motor okuyucu kitlesi de bu zaten. Bu kitle aynı zamanda eliminasyonu da gerçekleştiren okuyucu kitlesi. Yani, Kürtçe edebiyatı zorlayan, trivial ya da grotesk edebiyat zeminlerinde gezinmesine engel olan ve hem motor güç hem de denetçilik görevini üstlenen bir kitle. Günümüz kapitalist ekonomi koşullarında, kitap bir meta ve alınıp satılması gerekiyor. Bu nedenle kitap alıp okuyan okuyucu kitlesinin hem nicel hem de nitel olarak artıp gelişmesi gerekiyor.

Diyarbakır Kitap Fuarı hakkında konuşmak gerekirse, fuar gözlemleriniz nedir?

İki yıllık bir aradan sonra kitap fuarı bu yıl tekrar gerçekleşti. Elbette ki olumlu bir durum. İnsanın kitapla, bilgiyle buluşması, daha fazla insanlaşması anlamında, bir üst seviyedir bence. Bu nedenledir ki, fuar etkinliği iki yıllık araya rağmen hiç de azımsanmayacak bir biçimde iyi geçiyor diyebilirim. Şaşırtıcı bir yönü de var; sanki bir varlığı uyutmak istersiniz, o gözlerini kapatmıştır ama aslında uyanıktır ve ilk fırsatta öncekinden daha büyük açacaktır gözlerini, gibi bir durum yaşanıyor.