Günümüzün Nazileri…

İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen Christian Petzold’un “Transit” ve Laurent Cantet’nin “Atölye” filmleri, Avrupa’da hâlâ dolaşmakta olan faşizm hayaletine dikkat çekiyor…

Dünya ilk olarak en büyük mülteci krizini İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadı. Nazi Almanya’sından kaçan ya da kaçabilen yüzbinler Avrupa ve Amerika’ya doğru yol alıyordu. Dünya işte o zaman “mülteci” kavramı üzerine düşünmek zorunda kaldı. Aradan geçen 70’i aşkın yılın ardından Suriye Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı’ndan daha büyük bir göç dalgası başladı. Daha önce mülteci kavramını düşünmeye ve bunu düzenlemeye çalışan Avrupa ile Batılı ülkeler şimdiyse kıtaları dikenli tellerle çevirmekle meşgul.

TRANST BİR MÜLTECİ AĞI

Almanyalı yazar Anna Seghers 1942’de basılan kitabı “Transit”, bir önceki filmi Phoenix’te de Nazi Almanya’sını anlatan yönetmen Christian Petzold tarafından sinemaya uyarlandı. Prömiyerini Berlinale’de yapan “Transit” 37’inci İstanbul Film Festivali kapsamında Türkiyeli izleyici ile de buluştu.

Nazi işgalinden kaçan Georg bir trenle Marsilya’ya gidecektir, öncesinde ise bir yazarın evine bir mektup ulaştırması gerekmektedir. Yazara ulaşır fakat adamın kendini öldürdüğünü öğrenir. Daha sonra o belgelerle Marsilya’ya gider. Meksika Konsolosluğu tarafından yazara verilen kimlik ve oturma izni bir yanlış anlaşma üzerine kendisinin sanılır. Georg ise yaklaşan Nazi ordusundan kaçmak için ölen yazarın yerine geçer.

Öte yandan yazarın eşi de ölen eşini aramaktadır. Marsilya’da onunla da karşılan Georg’un asıl tanıklığı ise kıta Avrupa’sını saran faşizmden kaçan onlarca göçmendir. Çoğu da Meksika ya da başka ülkelere geçmek için umutsuzca ABD’den transit vizesi almayı beklemektedir. Bir dış sesin kitabın satırlarını takip ettiği “Transit” aynı zamanda “Phoenix”teki gibi umutsuz ve dramatik bir aşk hikâyesi. Öte yandan Anna Seghers’in gerçek kaçış yolunun da güzergâhı olan bu hatta yaşananlar ve kitap yazarın bir nevi biyografisi gibi.

AVRUPA’DA BİR HAYALET DOLAŞIYOR…

Transit, sıradan bir edebiyat uyarlaması değil Petzold, kitabı günümüz Avrupa’sına anlatıyor. Kitabın içeriğine dokunmadan hikâyeyi perdeye yansıtan yönetmen, günümüz ile İkinci Dünya Savaşı yıllarını birbirine harmanlarken zorluk çekmiyor. Hem de Naziler yerine gelen minibüs dolusu polisin hiç de göze batırmayacak şekilde yapıyor bunu. Zira böylelikle Petzold, İkinci Dünya Savaşı’nda mülteci ve savaş kriziyle boğuşan Avrupa’nın değişmediğini gösteriyor. Fakat elbette değişen bir şey var o da gelenlerin artık içeriye alınmadığı gerçeği. Öte yandan film aşırı sağın yükseldiği düşünüldüğünde faşizm hayaletinin Avrupa’da dolaştığına da delalet ediyor…

Yine Marsilya yakınlarında La Ciotat kasabasında geçen “Atölye” Laurent Cantet’nin daha önce kendisine Altın Palmiye kazandıran “Sınıf”a büyük oranda akraba olan yeni filmi. Geçen yıl Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilen film, kasabadaki bir grup gencin ünlü yazar Olivia Dejazet’in verdiği yazarlık atölyesinde bir kitap yazması üzerinden şekilleniyor.

Cantet’nin senaryosunu “Kalp Atışı Dakikada 120” ile dikkat çeken Robin Campillo ile birlikte yazdığı filmde de tıpkı “Sınıf” gibi Fransa içindeki farklı etnik gruplardan oluşan gençler var. Yazar Olivia rehberliğindeki atölyeye katılan gençlerle ne üzerine kitap yazmak istediklerini konuşurken bir polisiye roman konusunda anlaşır. Olivia bu fikir üzerine herkesin kafasındakileri yazmasını söyler, elbette hikâyedeki mekânın La Ciotat olması gerekmektedir. Atölyede herkes kendi kurgusunu okur, sıra filmin odağındaki Antoine’nin hikâyesine geldiğinde durum farklılaşır. Antoine öyküdeki katilin yaptıklarından zevk alırcasına yazdıklarını okur. Bunu üzerine eleştiri alınca konu çoğunluğu Müslüman olan atölye elemanlarına IŞİD benzetmesine ve aslında temelinde yatan göçmen karşıtlığı tartışmasına döner.

ÖYKÜYÜ UZATSA DA ASIL MESELE AKILDA KALIYOR

Cantet’e buraya kadar uzun uzun tartışma sahnelerini anlatıyor. Belki de filmin en tavsayan yanı da burası. Bir süre yazar ve kurgu karakterin ne olup olmadığı üzerinde bir tartışmaya doğru evrilmeye başlayan “Atölye” asıl konuyu biraz da olsa dağıtan bir noktaya geliyor. Ama tam anlamıyla ipleri de elinden bırakmıyor. Zira yazar- karakter tartışmasını uzatsa da Cantet’nin asıl amacı bir zamanlar Cezayirli işçilerin de içinde olduğu büyük grevlerin yaşandığı, bu sahil kasabasının göçmen karşıtı bir yanın sessiz sedasız büyüdüğü ya da tüm Avrupa’da hortladığı...

Fakat Cantet’e bunu bir göçmen ya da mülteci üzerinden değil, sağcı ve militarist düşünce ile gün be gün daha çok tanışan Antoine ile anlatmaya çalışıyor. Ama herhangi bir empati kurmaya çalıştığını söylemek zor. Cantet’nin dikkat çektiği bir başka husus da “İslamcı terörü” konuşabildiğimiz oranda “insan nedensiz de öldürebilir” diyebilen “militarist ve milliyetçi” taraf yani aşırı sağcılar.

“Atölye” tersanenin kapatılmasından sonra ıssızlaşmış bir kasabada ekonomik geleceğini göremeyen bir neslin nereye doğru gittiğine de dikkat çekiyor. Biraz büyüme, biraz ekonomik, biraz göçmen karşıtlığı ve Suriye Savaşı ile başlayan korku, gerilimin o sahil kasabasına kadar vurması… “Atölye” katmanlı birçok hikâyeye yer verse de geriye Sınıf’taki gibi etnik meseleler ve milliyetçilik tortusu kalıyor akıllarda…