Kumla boğulup toprağa gömülen emekçilerin hikâyesi: Kumun Gecesi

Objektifini yaşam hakkı ihlallerine zumlayan araştırmacı, gazeteci, sosyolog ve yönetmen Ali Ergül, ‘Kumun Gecesi’ filmi ile kot kumlama işçilerini ve silikozis hastası emekçilerin hikayesini anlatıyor.

Bir Buçuk Metre ve Hasankeyf- Suyun Ölüm Tarihi belgesellerinin yönetmeni araştırmacı gazeteci, sosyolog ve yönetmen Ali Ergül’ün son belgeseli “Kumun Gecesi” ile kot kumlama işçilerini ve silikozis hastası emekçileri kayda aldı. Silikoz hastası işçilerinin mücadelesi 2010 tarihinde Türkiye’de gündeme geldi ancak ardından elde edilen kazanımlar ilerlemedi. Ergül’ü, filmi çekmeye iten ise, 2017 yılında hayatını kaybeden silikozis hastası Faysal Demir’in ölümü oldu. Ergül, Bingöl’den başlayarak Muş, Amed, Ankara ve İstanbul’a kadar şehirlerde hastalarla görüşmüş.

Belge filminin ilk gösterimi 20 Ocak tarihinde Şişli Nazım Kültür Merkezi ve Sanat Evi’nde yapılacak. Ergül ajansımızın sorularını yanıtladı.

Bu sizin ilk filminiz mi? Daha önce bu tarz filmler yaptınız mı?

Televizyonlara daha önce işler yaptım. Televizyon daha çok tüketen bir alan ama bağımsız olarak üçüncü belgesel bu. Birincisi "Bir Buçuk Metre" diye bisiklet ile trafikte yaşanan cinayetleri ve 2017’de Hasankeyf’i, Dicle Vadisi’ni konu alan “Suyun Ölüm Tarihi” adlı bir çalışmam oldu. Bu dönemde silikoz hastalarını merkeze alan bir belgesel çalışması yaptım.

Özellikle son filminiz meslek hastaları ile ilgili. Nasıl bir alt yapınız oluştu ve bu konu sizin dikkatinizi hangi noktada çekti?

Tabi silikoz, kot kumlama işçileri meselesi aslında 2005’te yükselen 2010’lara kadar devam eden gördüğümüz bir durumdu. Daha sonra büyük bir kazanım sağlandı, 2010’da kısmi bir kazanım sağlandı. Kot kumlama işçilerinin girişiminin mücadelesi ile bir kazanım elde edildi. Ardından bizim gündemimizden silikoz hastaları düşmeye başladı. Görmemeye başladık. Tabii bu arada 2017’nin Aralık ayında bir ölüm haberi ile tekrar başladı. Faysal Demir'in Bingöl Karlıova Çirik Köyü’nden taşınmıştı. Bu arkadaşın silikoz hastalığından hayatını kaybetmesi haberi ile ben tekrar temas kurdum.

Peki bu yolculuk içerisinde deneyimleriniz nasıl gelişti, bu insanlar ile bire bir röportajlar mı yaptınız?

Kot kumlama sektörünün Bingöl, Muş, Erzurum, Diyarbakır, Batman, Ankara ve İstanbul’da yaşayanlarda olduğunu okudum, gördüm ve öyle bir yolculuğa başladım. Bingöl'den başlayan ve o çeperde iki alanda başlayan araştırmalar yaptım. Fon, destek arayışları, bütçe arayışlarına giriştim. Aktivistlere alanda çalışma yürüten kişilerin bir fonu var, o fona başvurduk. O internet ve okumalardaki meselelerin de aslında çok yüzeysel kaldığını ve yaşanılan şeyin onlardan çok daha farklı bir şey olduğunu gördüm. Yaşanılan travma ve durumdan kaynaklı çok ağır travmatik durumlar var. Çünkü öyle bir hastalık ki tedavisi yok. Sürekli ilerleyen bir hastalık ve bir an da sizi yatağa bağımlı bir hale sokuyor. Bütün yaşam standartlarınızı değiştiriyor, ailenizin bütün yaşam standartlarını değiştiriyor ve ne yazık ki en az Türkiye’de yüzün üzerinde ölümün olduğunu fark ettim. Düşünün yani şöyle bir mesele de var; ben Faysal Demir'in hayatını kaybettiğini duyduğum dönemde Erzurum’dan da bir kişi hayatını kaybetmişti silikozdan kaynaklı. Batman’dan da bir kişi hayatını kaybetmişti ama buralar çok görünür değil. Çünkü Karlıova’nın özel bir durumu var. Şu anda 450 hasta var. Çirik köyünden, Taşlıçayır köyünden 150 hasta var. Çok ağır travmatik bir mesele var ortada ve yalnızlaşma meselesi var. 2010'dan sonra kazanım meselesinden sonra 8 yıllık bir görünmeme, bilinmeme, duyulmama meselesi var. Hastaların çoğu şunu söylüyor ‘kapımızı çalan kimse olmadı.’ Belgeselin çatısını oluşturan birazda o oldu açıkçası.

Bir Buçuk Metre, Hasankeyf-Suyun Ölüm Tarihi ve son olarak da bu film. Sizin belgesel filmleriniz aslında bir noktada da muhalif bir yönde duruyor araştırmacı gazeteciliğin izleri çok yoğun.

Yaşam meselesi aslında. Şöyle düşünün; Türkiye’de, dünyada birçok ülkede iktidar yakmaya, yıkmaya ve yok etmeye yönelik politika yürütüyor. Bu politikaları görüyoruz ve bu politikalardan dolaylı Bir Buçuk Metre belgeselinde bisiklet cinayetlerini işlemeye çalıştık. Ankara üzerinde bir çalışma oldu ama genel bir içeriği vardı. Hasankeyf-Suyun Ölüm Tarihi, Dicle Vadisi’ndeki Ilısu Barajı ile sular altında kalma tehlikesi yaşan bir bölgeyi, hem doğal hem insani meselelerden bahsetmeye çalıştık. Bir de meslek hastalığı ve işçi meselesi… Aslında bunlar birbirinden bağımsız meseleler değiller. Hepsi bu politikaların bir ürünü ve sonucu aslında. Biraz da derdim şu aslında; Hafıza Kaydı meselesinde de aynı şeyi yapmaya çalışıyoruz. Bugün hak ihlali olarak tanımlayacağımız hiçbir şey birbirinden bağımsız değil. Özelinde bir belgeselci değilim. İnsan hikayeleri var, yaşanılan meseleler var. Bunu bir şekilde okumaya çalışıyorum. Yani biraz kendimi de özgürleştirmeye çalışıyorum. Bu tür baskı politikalarının, korku ikliminden bir şeyler üretip, öncelikle kendimi bir şekilde özgürleştirmeye çalışıyorum.

Yani şimdi çok önemli bir yerde duruyor dediniz, bu olayları belgelemek bir bilinç sağlayabiliyor mu? yani bundan önceki filminiz de bunu gözlemlediniz mi?

Evet, insanların algısında bir değişim yaratabiliyoruz. Bütün kamuoyunun algısını değiştirmek ya da yargılara bir şey anlatmak tabi sıkıntılı bir mesele, uzun soluklu bir mesele. Hasankeyf gösteriminde en çok karşılaştığımız soru şuydu ‘burasını mı yok etmeye çalışıyorlar?’ Çünkü tarihi bir şehir 12.000 yıllık bir tarihi var ama insanlar çokta Dicle ile temas kurmamışlar ya da meseleye yukarıdan bakmamışlardı. Biz bunu anlatmaya çalıştık ve kamuoyunda ciddi bir etki yarattığını düşünüyorum. Bu alanda çalışma yürüten aktivistlere de bir malzeme verdik. Hasankeyf belgeseli dünyada 40 ülkede gösterildi. Avrupa Parlamentosunda gösterildi. 7, 8 dile çevrildi. Kumun Gecesi’nde tekrar sendikalar ile birlikte galasını yapıyoruz.

Ölümler devam ediyor. Diş teknisyenleri, mermer, inşaat işçilerinde, özellikle tuğla işçilerinde silikoz yoğun bir şekilde görünmeye başlandı. Bunu biraz daha görünür kılmaya çalışıyoruz. 7, 8 yıldır silikoz hastaları ile ilgili yapılan haberlere baktığımız da sadece ölüm haberlerini okuyabiliyoruz. Sadece kot kumlama işçileri için söylüyorum, en az 15.000 hastadan bahsediyoruz. Böyle bir temas ile tekrardan insanların gündemine geldi.

Siz bu insanlar ile görüştünüz onlar size sıkıntılarını ve görünür olmadıklarını dile getirdiler ama böyle bir belgesel olacağı, insanlara yeniden hatırlatılacakları fikrine nasıl tepki verdiler?

Aslında bu insanlar mağdur edilmişler. Çalışma meselesi dışında mağdur edilmişler. Mağdur edilen bir kitleden bahsediyoruz. Bölgede haber bulamayan gazeteciler, hem ulusal, hem de uluslararası sürekli bu arkadaşlarla röportajlar yapmışlar. ‘Sizi görünür kılacağız’ iddiası ile yapılan görüşmeler olmuş ama daha sonrasında hareket sağlama durumu olmamış. Gittiğimizde bir çok yerde ilk etapta görüşmeler reddedildi. ‘Konuşuyoruz da bir şey olmuyor’ dediler. Bir aktivist olarak sırtımda bir çanta ile gittim. Bir belgesel ekibi ile çalışmıyorum, sadece basında çalışan biraderimle beraber gitmiştim ve insanlara şunu söyledik, ‘buraya geldik ve böyle bir çalışma düşünüyoruz. Neye dönüşür bilmiyoruz. Şu anda da bilmiyorum. Ben bir haber okudum ve bunun üzerinden hareket ettim.’ Bazı hastalar görüştü, bazıları ise reddetti. Benim için en travmatik mesele görüştüğümüz ve belgeselinde ana karakterlerinden olan Ramazan’ı kaybettik. Fragmanı yayınlandıktan bir iki gün sonra haberini aldık. Görüştüğümüz ailelerin çoğuna belgeseli gönderdim. İlk izleyiciler onlar oldular. Benim için en kıymetli şey de onlardan gelen olumlu dönüşlerdi.

Görüşmelerinizde hangi bilgilere ulaştınız?

Kaç kumlama atölyesinin olduğunu bilmiyoruz. Kaç işçinin çalıştığını bilmiyoruz. Bu çalışan işçilerden kaç tanesi silikoz hastalığına yakalandığını bilmiyoruz. Kaç işçinin hayatını kaybettiğini bilmiyoruz. Bu alanda çalışma yürüten aktivistlerde de, sendikalarda da, sağlık bakanlığında da bir bilgi yok. Çünkü tutulmamış, çoğu merdiven altı ve farklı isimler ile faaliyet yürütmüş. İşçilerin çoğu sigortasız çalıştırılmış, sigortalı çalıştırılanların çoğu başka yerde sigortalı gösterilmiş. Bir süre sonra da bunlar sigortasız işçi olduğu için meslek hastalığı da sayılmıyorlar. Sayılmadıkları için engelli statüsüne alınmış. 15 bin rakamı tahmini bir rakam.

Çünkü 80’li yılların sonu, 2010'lu yıllara kadar ki süreçte yüzlerce atölyeden bahsediliyor. Çok farklı atölyelerde çalışan işçiler, atölye değiştiren işçilerde var. 2004-2005 yıllarında Kenan Temiz'in hayatını kaybedip annesinin silikoz teşhisi konulmasından sonra da daha çok göçmenlerin çalıştığını biliyoruz. Özellikle Azerbaycan’dan Azerilerin çalıştığına dair bilgiler var. Azerilerden hayatını kaybeden kaç kişi var bilinmiyor.

Üç ayda daha kısa çalışanlarda da belki yoğun silikoza yakalanma durumu var çünkü 24 saat orada yaşıyorlar. İş veren diyor ki ‘ben size normal tekstilden biraz daha yüksek maaş vereceğim. Size yatacak yer vereceğim.’ Bu gençler ve çocuklar ailelerinin geçim kaynağını sağlamak için gelen çocuklar ve gençler burada çok fazla tanıdıkları yok. Bir çevre oluşmamış durumu da. Özellikle Kürt illerinden gelenlerin gelme nedenlerinden bir tanesi de koruculuk sisteminin dayatılması. Aile orada ama gençler İstanbul’a gelmiş. Diğer bölgelerde de yoğun yoksul bırakılma politikalarından kaynaklı gelinmiş.

Altlı üstlü ranzalarda uyumuşlar atölye içerisinde. Sadece ince bir paravan çekilmiş o paravanda tavana kadar çekilmemiş. İşçilerin anlatımından söylüyorum, sabah uyandıklarında o yataklarda üzerlerinin kumla kapalı olduğunu söylüyorlar. Yemek kaplarında da aynı durum söz konusu, atölye 24 saat çalıştığı için. 8 saat çalışıp dinlenme saatlerinde de sohbet saatlerinde de aynı yerde devam ettirmişler. Bütün farklı illerde kayıt edilen ya da kayıt edilmeden, yapılan bütün görüşmelerde aynı anlatım devam ediyor. Farklı illerdeki atölyelerde çalışan işçilerin atölyeler hakkında anlattıkları hemen hemen aynı, 24 saat aynı ortamda bulunmaları.

Bu atölyeler kapatıldı, Türkiye'de artık yok ama bu atölyeleri açan ve kuran kişilere herhangi bir hukuki yaptırım oldu mu, örneği var mı Türkiye'de?

Davalar açıldı ama davalardan kaynaklı işçilerin çoğu icralık. Bu atölyeler tespit edilemedi. Tespit edilen atölyelerde de bu kişinin burada çalıştığı tespit edilemedi. Tespit edilse bile meslek hastalığının böyle bir riski var. Nerede bu hastalığa yakalandı tespit edilemediği için mahkemeyi kaybettiler. Yüksek adalet de hepsine mahkeme masraflarını ödemesini aktardı. Tabi işçiler de ödeyemediği için hepsine icra dosyası açıldı.

Aslında kanıtlayabilen bile bu sonuçtan sonra başvuramıyor ve net sayıyı bize gösteremiyor?

Kesinlikle evet.

Peki sizin görüştüğünüz insanlar arasında var mı icralık olanlar?

Evet var, hemen hemen hepsi. Görüştüğüm hastaların hepsi icra dosyası ile karşı karşıyalar.

Bu belgesel hangi süre zarfında yapıldı? Ara verdiniz mi, yoksa buradan çıktınız ve bitti, geri mi geldiniz?

Mart 2018 tarihinde başladı, Kasım 2018’de bitti.

Bir sürü gazeteci gitmiş, görüşmüşler, ‘yardımcı olacağız sesinizi duyuracağız' demişler ama bir sonuç çıkmamış. Siz de hemen akabinde böyle bir belgesel yaptınız. Türkiye'deki bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Gerçekten gazeteciler, belgeselciler bu insanların mağduriyetini yeterince işleyemiyor mu, ya da ortada bir çıkar mı var?

Çok zor bir soru. Sizin alanınız bellidir, sizin kapsayabileceğiniz alan bellidir ve bu alan çerçevesinde bir şey yapmaya çalışıyorsunuz. Tek bir etik var; bu insanlara bir vaatte bulunmadığınızda bir sorun yok ama bir vaatte bulunduğunuz zaman ya da 1 yıl sonra başka bir dertleri olduğunda sizi aradıklarında siz onun telefonuna çıkmıyorsanız burada etik bir hikaye var. Temel şikayetlerden bir tanesi bu oldu. 2005-2010 sürecinde yaklaşık 7, 8 belgesel yapılıyor. Televizyonlara özel dosyalar hazırlanıyor. Daha öncede söyledim ben bir adım attım ve belki bu alanda çalışan insanlar için bir alana dönüşür, devamı olur. Kamuoyu oluşturmak böyle bir şey açıkçası. Klasik habercilikte devam haberciliğini yapamadığınız sürece, aslında yaptığınız ilk haberin bir kıymeti yok. Bir etki yaratmıyor. Ben kendi adıma bunu başarmaya çalıştım.

Biz bir gala yapacağız. Gala ile sınırlı kalmasın diye çağrı da yaptık. Bir şekilde insanlara şunu söyledik ‘yani beş kişi de kendi evinizde oturup bu meseleyi konuşmak istediğiniz de filmi sizinle paylaşabiliriz.’ Öyle salonlar olsun gibi bir derdimiz yok. Meselenin kendisi sinemasal bir durumun dışında bir hikaye. Şu an bir kaç kentte görüşmeler var, planlamalar var. Bizi çağıracak herkese gideceğiz, daha da görünür olacağız. Konya’dan da en az bir, iki kişinin silikoz üzerine duyarlılığını yaratabilirsek bir kamuoyu yavaş yavaş oluşacak diye düşünüyorum.

Çok önemli bir şey söylediniz; gala yapıyorsunuz ama isteyene de filmi göndereceksiniz. Belge film anlamında bir kariyer kaygınız da yok anladığım kadarıyla. Peki siz bu çektiğiniz insanlara ne vaat ettiniz?

Hiçbir şey vaat etmedim. Çantamı aldım, borç aldığım bir makina ile geldim. ’Kırık bir tripot ile geldim, böyle biriyim, şunu yapmak istiyorum. Yapabilirsem, bir ses olabilirsem ne mutlu bana’ dedim. ‘Bir ses olamasam da bu sefer kendime dönüp başarısızım diyeceğim' dedim ve bunun dışında hiçbir görüşme yapılmadı onlar ile bir vaatte bulunmadık.

Bundan sonra meslek hastalıkları ile ilgili filmleriniz olacak mı?

Meslek hastalığı olur mu bilmiyorum çünkü başta da söylediğim gibi mesele birbirine bağlı. Başka bir hikaye olur muhtemelen. Şu anda Maraş’ı düşünüyoruz arkadaşlarla. Daha tam tanımı doğru olmayacak bir azınlık dosyası olabilir.

Son olarak şunu sormak istiyorum, basın açıklamaları vs. bunlar toplumsal muhalefette hafızanın oluşabilmesi için çok önemli. Tek bir kişi bile gitse yıllar sonra baktığında şu konu. bu ülkede vardı diyebiliyoruz. Belge filmlerin toplumsal muhalefetteki yeri nedir size?

Aslında Türkiye'de belgeselcilik sosyal medyanın gelişmesi ile beraber gelişemedi. Belgeselciler eserlerini bir çok kaygıdan dolayı da izleyici ile buluşturmuyor. Biz Bir Buçuk Metre’yi, Ankara’da ilk gösterimini yaptığımızda bir raporla yayınladık. Gösterimi yaptık, gece internete verdik. Sosyal medyada yayınlandı. Festivallerin bazı sıkıntıları var. Ne yazık ki bir iktidar ilişkisi kuruluyor. Bu benim filmim değil, net olarak bunu söyleyebilirim. Bu üç film de benim filmim değil, aktörlerin filmidir. Ben sadece gidip onu çeken, kurgulayan kişiyim.

Festival süreci başladıktan sonra filmi sosyal medya da yayınlayıp daha çok kişiye nasıl gösterebiliriz gibi bir şeye gireceğiz ama Türkiye'de belgeselcilik bu yönde gitmiyor. Yıllar önce yapılan filmler hala yönetmenlerin evlerindeki kasetlerde duruyor. Belgeselcinin böyle bir sıkıntısı var, yaptığı işi kendine ayırma ama bu toplumsal bir mesele. Bütün doğa videolarından, belgesellerinden tutun, hak ihlali belgesellerine, onun artık sizden çıkması gerekiyor. Türkiye'de belgeselcilik bunu hiçbir zaman başaramadı bunu söyleyebiliriz.

Galanıza bir çağrıda bulunmak ister misiniz?

20 Ocak’ta Şişli Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Merkezi’nde ilk kez seyirciyle buluşacağız. Derdimiz oturup meslek hastalığını konuşmak çünkü meslek hastalığı dediğimiz şey aslında bir hastalık değil uzun döneme yayılmış işçi cinayetidir. Biraz bunu konuşmaya çalışacağız. O gün ne kadar yan yana gelebilirsek, ne kadar bunu farklı insan ile konuşabilirsek bizi mutlu edecek. Amacımız bu meseleden farklı şeyler çıkarmak değil. Herkesi davet ediyoruz.