Kara gözlü kız Siyadem

‘’Evet, Siyadem’di bu. Yıllardır mezarını arıyordum. Yeğenim, yoldaşım Siyadem’in mezarını bulmuştum sonunda. Mezar taşına sarıldım ve öptüm.’’

2014 yılı ortaları, Efrîn’in kuşatmada olduğu zamanlardı. Bir arkadaşım uzaklardan gelip, bana ulaşmıştı. Riskli, bir o kadar da dolambaçlı yollardan geçip gelmişti. Kulağıma eğilerek, “Önce üzerime yük olan bu selamları söyleyeyim. Kara gözlü, kara saçlı, genç bir gerilla kadının sana çok selamı var. Dayısıymışsın” dedi. Ama adını hatırlamadı, günlerce düşündü yine hatırlayamadı. Aslında pek önemli değildi. Önemli olan uzaklardan, dağlardan, yeni gerillaya katılmış ve yeğenim olduğunu söyleyen birinden selam gelmişti. Ama kafama takılmıştı, günlerce ‘kim acaba’ diye düşündüm. Birçok isim aklımdan geçti ama onlar olamazdı. Çünkü arkadaşımın selamını getirdiği kişi çok gençti. Aklıma gelen isimler ise şimdi orta yaşlarda olanlardı.

PEKİ KİM SELAM GÖNDERMİŞTİ?

Dağa yeni gelmiş, çiçeği burnunda bir gerilla; kara gözlü yeğenim… Henüz görmemiştim, yeğenimdi ve dağlardaydı. O dağlara, dağlar ona emanetti.

2014-2015 kışında, Efrîn’in henüz kuşatma altında olduğu sırada Bılbıl ilçesine gitmiştim. Oradaki genç muhabir arkadaşlarımla bölgedeki gelişmelerin nasıl takip edileceğini konuşuyordum. Telefonum çaldı, arayan Seyit Rıza’nın babası ağabeyimdi. Seyit Rıza’yı en son 2011’in sonlarında görmüştüm. Rojava’ya geldiğini bilmiyordum. 2014 yılı yazında bir gazeteci arkadaşım Derik’te yaralıların kaldığı hastahaneye gitmişti. Orada Seyit Rıza ile tanışmıştı. Beni aradı ve “burada seninle konuşmak isteyen biri var” demişti. Telefondaki Seyit Rıza’ydı. Rojava’ya geldiğini, Serêkaniyê’nin Ellok köyünde ‘postu deldirdiğini’ ama ölüme bu kezde çelme taktığını, kısa sürede iyileşip döneceğini söyledi. Gazeteci arkadaşımın daha sonra söylediğine göre kısa süre sonra iyileşip yerine gitmişti. 2014 yılında Tel Hemis ve Tel Brak operasyonuna katıldı. Taburu ile birlikte Tel Hemis’te şehit düştü. Ancak henüz açıklanmamıştı.

Ağabeyim, MEYA-DER’in eve gidip Siyadem’in şehit düştüğünü ilettiğini, cenazesinin olup olmadığını, varsa gelip almak istediğini söyledi. “Tamam, öğrenir, sana haber veririm” dedim. Ağabeyimin telefonu ile gelenin kim olduğunu ve adının da Siyadem olduğunu öğrendim.

SENİ GÖRMEDEN GİTMEMELİYDİ

Kobanê şehir merkezinde çok şiddetli bir savaş yaşanıyordu. Şehirde bir avuç direnen sivil ile YPG, YPJ savaşçıları kalmıştı. Şehirde kalanlardan biri Şehit Aileler Kurumu’ndan Mustafayê Êto adında yiğit bir yurtseverdi. Musafayê Êto’yu aradım. Önce savaşın ve arkadaşların durumunu sordum. Ardından Siyadem’in cenazesinin olup olmadığını sordum. Cenazesi  varsa ailenin almak istediğini söyledim.

Kısa süre içinde Mustafayê Êto aradı. Siyadem’in beş arkadaşı ile birlikte Kobanê’nin batısında bir binada şehit düştüğünü anlattı. Çetelerin bombaladığı binanın üzerlerine çöktüğünü ifade etti. Cenazenin ellerinde olduklarını ancak yaşanan şiddetli savaştan ötürü gönderme koşullarının olmadığını söyledi.

Mustafayê Êto’nun bana söylediklerini ağabeyime de anlattım. “Bir gün sağ kalırsak mezarını getiririz” dedi. Bir de annesi ile konuşmamı istedi. Ağabeyimle konuşmayı bitirdikten sonra annesini aradım. Acılıydı. Ama sesimi duyunca canlandı. Şehadetini, cenazesinin nerede olduğunu ona da anlattım. “Seni gördü mü” diye sordu. “Ne yazık ki” diyebildim.

Annesi, “Evden çıkarken kefini olan kefiyesini çantasına koyup çıkmıştı. Bir gün o kefene sarılacaktı. Ama o kara gözleri ile seni görmeden gitmemeliydi. Seni görme hasreti içinde kalmamalıydı” dedi.

Bu sözler bir tokat gibi çarptı bana. Çok şey anlattı, ancak “seni görme hasreti içinde kalmamalıydı” sözünden sonra anlattıklarını anlayamadım. Dağ gibi bir yük omuzlarımın üzerine binmişti. Ağır bir yüktü. Ama taşımak zorundaydım. Çünkü Siyadem’den önce binlerce arkadaşım o yükü omuzlarıma yüklemişti. Hepsi de benden birer parça alarak toprakla buluşmuştu.

KOMUTAN EYLEM AĞLIYOR

Kobanê Ocak ayında DAİŞ çetelerinden temizlenerek özgürleştirildi. Onlarca çetenin cenazesi Kobanê’nin sokaklarında kalmıştı. Siyadem’e ait bir şeyler bulma arayışına girdim. Kobanê merkezdeki gazeteci arkadaşlarımı arayıp sordum. Kısa bir görüntüsü ve birkaç fotoğrafının olduğunu ve hemen bana göndereceklerini söylediler. İki gün içinde Siyadem’in fotoğrafları ile 28 saniyelik görüntüsünü bana gönderdiler.

Bir esmer güzeliydi. Onu hiç görmemiştim. Çünkü ben uzaklara gittikten yedi yıl sonra doğmuştu. Beni sadece fotoğraflarından tanımıştı. Ve hep görmek istemişti.

28 saniyelik görüntüsünde kendisini tanıtıyor; Önderlik için, Önderliğin çizgisini korumak için Kobanê’ye gittiğini söylüyor.

2015 yılı Mart ayında Efrîn’deki kuşatmadan çıkmak için bir yol bulundu. Efrîn’den çıkıp Qamişlo’ya geldim. Bahar yağmurları aralıksız bir şekilde yağıyordu. Mart sonunda Güney Kürdistan’a geçtim. Güney’de bir iki gün kaldıktan sonra gerilla alanlarına geçtim.

Kandil’den sonra Xakurkê, Xînere ve Lolan’ı görmek için yola çıktım. Aynı gece küçük bir gerilla kampına ulaştım, geceyi orada geçirdim. Sabah kahvaltı için kamelyaya geçtiğimde yıllar önce tanıştığım ve daha sonra Dersim’e gidip on yıl kadar kalan Eylem Konya adındaki gerilla komutanın da orada olduğunu gördüm. Eylem, gülerek “Siyadem’i gördün mü” diye sordu. Maalesef, ”Göremedim. Beni göremeden Kobanê’de şehit düştü” dedim. Yüzündeki gülümseme yitip gitti, ardından hıçkırıkla ağlamaya başladı. Komutan Eylem ağlayınca şehadetini bilmediğini anladım. Onu teskin etmeye çalıştım ama nafile. Eylem’in savaşçısı için hıçkırıklarla ağlaması bir gerilla komutanı ile asker komutanı arasındaki farkı gösteriyordu. Çünkü gerilla komutanı sadece bir askeri komutan değil aynı zamanda askerinin en yakın ve içten arkadaşıdır. Ama bir askeri komutan öyle değil. Onun için asker, askerdir başka bir şey değil.

Komutan Eylem sonra Siyadem’in gerillaya nasıl katıldığını anlatmaya başladı. Siyadem, önce Amed’de gerillayla buluşmuştu. Katıldığı gibi “Dersim’e gitmek istiyorum” demiş. Israrı üzerine arkadaşları, komutanları da onu Dersim’e göndermiş. Eylem, Güney Kürdistan’a gelirken Siyadem’i de yanında getirmiş. Siyadem kısa bir süre Güney’de kaldıktan sonra Kobanê’ye saldırılar başlayınca Kobanê’ye gitmek istediğini söylemiş. Kobanê’ye yolculuğu böyle başlamış.

GERÇEK KOBANÊ ‘ŞEHİTLİK’TİR

2015 yılında bir süre Güney’de kaldıktan sonra Rojava’ya döndüm. Girê Spî de DAİŞ çetelerinden özgürleştirildikten sonra Kobanê’nin yolu açılmıştı. Rojava’ya döndüğüm gibi ilk işim Kürtlerin, halkların, özgürlükten yana olan herkesin direniş kalesi haline gelen, direnişi ile herkesin gönlünde taht kuran, binlerce gencin kanını akıtarak özgürleştirdikleri Kobanê’ye gitmek oldu.

Kobanê’ye ilk gidişimde yol üzerindeki Serzori Okul Direnişi olan köyden geçerken durup o okula bakmak, orada direnenlerden kalan izleri görmeden gitmek olmazdı. Okulun çevresi ve köyün içi tamamen mayınlanmıştı. Okula gittik. Okulun içine vardığımızda hepimiz birbirimizden gizlice ağlamıştık. Birbirimizin gözyaşlarını görmemek için bakışlarımızı birbirimizden kaçıyorduk. Ağlıyorduk ama direnişleri ile başımızı dik tuttukları için direnenlere minnettardık. Ağlıyorduk ama onlarla gurur duyuyorduk. Arkadaşları olduğumuz için mutluyduk. Böyle güzel ve direnen arkadaşlarımız olduğu, özgür bir Kobanê bıraktıkları için mutluyduk.

Okulu ziyaret ettikten sonra yolumuza devam ettik. Kobanê girişindeki kontrol noktasına vardığımızda elimde olmadan gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. Kontrol noktasını geçtik, Kobanê’ye ulaştık. Arabadan inmek istemedim. Gençlerin, yiğitlerin, direnenlerin kanıyla sulanmış Kobanê toprağının neresine basacağım dedim. Her karış toprakta bir direnişçinin kanı vardı. O yüzden o topraklara basmak öyle kolay değildi. Bazı arkadaşlar ‘neden inmiyorsun’ diye  sorduklarında gözlerimdeki yaşları gördüler. Ve başlarını önlerine eğdiler…

Direniş sırasında lojistik merkezi ve aynı zamanda basın yeri olarak kullanılan okula gittik. Bir bardak su, çay içtikten sonra gerçek Kobanê’ye gitmemiz gerektiğini bildiğimiz için yola çıktık. Gerçek Kobanê, şehitlikti! Çünkü Şehitlik’te yatanlar canlarını feda edip direnmeselerdi Kobanê diye bir şey kalmazdı. O yüzden Kobanêlilerin birçoğu ‘Gerçek Kobanê’nin ‘Şehitlik’ olduğunu söyler.

SİYADEM'İN MEZARI

Şehitlikte mezarı olanların birçoğunu tanıyordum. Sessiz, gözyaşlarımızı içimize akıtarak tek tek kahramanların mezarlarını ziyaret ettik. Şehitlikten çıkmak üzere iken Siyadem’in mezarı geldi aklıma. Görseydim onun mezarının önünde de sessizce durup, ‘Seni beni göremedim ama ben gelip mezarını arayıp buldum’ dedim içimden. Kobanê’de kaldığım birkaç gün içinde iki kez daha Şehitliğe gittim. Her gidişimde mezarını aradım ama bulamadım.

Kobanê’ye 2016 yılında bir kez daha gittim. Bu gidişimde şehir merkezindeki elektrik direklerine asılmış Kobanê direnişinde şehit düşenlerin fotoğrafları ile karşılaştım. Direklere asılan şehitlerin fotoğrafları gerçek Kobanê’nin bir parçasıydı ve direnişin kalesi Kobanê’ye de taşınmıştı. Şehrin içinden araba ile ilerlerken direklerden birinde Siyadem’in de fotoğrafının asılı olduğunu gördüm. Acı bir gülümseme yüzümde belirdi. Yanımdaki arkadaşa ‘benim yeğenim’ dedim. Fotoğrafı görmek beni bir adım daha mezarına yaklaştırdı. Ama bulamadım, bulamadık. Çünkü şehitliğe taşınan birçok arkadaşın mezar taşının üzerine henüz adı yazılmamıştı. Sonra birkaç defa daha Kobanê’ye gittim ama mezarı bulamadan geri döndüm.

VE BİR BAYRAM GÜNÜ

Reqa’nın özgürleştirme hamlesi başladığında ben o sıralar Eyn İsa’da kaldım. Rojava’dan ayrılana kadar da oradaydım. Kobanê’ye yakındı, zaman zaman Kobanê’ye gitme fırsatım doğuyordu. Artık Rojava’dan Güney Kürdistan’a geçeceğim sıralardı. Ramazan Bayramı’nda yine Kobanê’ye gittim. Bayram günü Kobanê halkıyla ve şehitlerle bayramlaştık.

Herkes oradaydı, hepsini tanıyordum. Sonra Şehitlik’ten sorumlu Erol’a ‘Acaba Siyadem’in mezarı nerede’ diye sordum. Erol bir başka arkadaşını aradı. O sırada Mustafayê Êto da yanımıza geldi. Erol’un çağırdığı arkadaş elinde bir defter ile geldi. Deftere bakıp ‘hadi gidelim’ diyerek yukarıya doğru yürüdük. 50 metre kadar yürüdükten sonra bir mezarın başında durduk. Üzerinde Siyadem Feraşîn yazıyordu.

Evet, Siyadem’di bu. Mezarı demiyorum, Siyadem’di. Çünkü mezarını görmek, O’nu görmek anlamına geliyordu benim için. O beni göremeden düşmüştü toprağa. Ben ise üç yıldır mezarını arıyordum. Mezar taşına sarıldım. Tıpkı Ebu Leyla’nın, Kırmızı Fularlı Kızın, Şirin Amed’in, Hebun Amed’in, Dılovan Kobanê’nin, Viyan Gever’in ve o şehitlikte mezarı bulunun diğer arkadaşların mezar taşlarına sarılıp öptüğüm gibi Siyadem’in mezar taşına sarılıp öptüm.

‘İşte buldum seni’, dedim. Bulmuştum, O beni bulamamıştı; vahşi saldırganların saldırıları, savaşın sertliği O’nun beni bulmasına fırsat vermemişti, ama ben mezarını bulmuştum. Mezarı başında, mezarı ile fotoğrafımı çekip annesine yolladım. ‘Bak burada, bir gün birlikte O’nu ziyarete gideriz’, dedim.

Mezarın başından ve ardından Şehitlik’ten çıkacağımız sırada Mustafayê Êto ‘Hevalê Seyit o kadar Kobanê’ye geldin, bir türlü bizim eve gitmedik’ dedi. Ardından ‘Her geldiğinde burada, Şehitlik’te görüşüyoruz Kobanê dediğimizde budur’ dedi.

Siyadem’in mezarını bulduktan bir hafta sonra Rojava’dan ayrıldım. Rojava’ya giden arkadaşlarım ‘buradan bir şey istiyor musun’ diye soruyorlar. Hepsine ‘evet’ diyorum. Ardından ‘Derik’ten başlayarak şehitlikleri benim yerime ziyaret edin’, diyorum. ‘Kobanê’ye de gittiğinizde Siyadem’in mezarına benim için gidip, dayının yerine biz geldik derseniz yeter’ diyorum.

Şu ana kadar şehit düşen arkadaşlarımın hemen hemen hiçbirini yazmadım. Çünkü onları yazdığım an bir daha onlarla görüşemeyeceğimi kabul etmiş olurum. O yüzden yazmıyorum. Ama Siyadem’i yazdım. Çünkü ilk günden O’nunla bir daha görüşemeyeceğimi kabullendim. Bana üç yıl arayıp bulduğum mezarı kaldı.