Öcalan'ın yargılandığı ilk ve son mahkemeden 24 Haziran'a...

Kürt halk önderi Abdullah Öcalan 15 Şubat 1999’da yapılan devletlerarası komplodan sonra ilk kez 31 Mayıs 1999’da mahkemeye çıkarıldı.

Bu ilk ve son mahkemeye çıkarılışıydı. 2011’den bu yana avukatları ile hiçbir şekilde görüştürülmeyen Öcalan, 5 Nisan 2015’ten itibaren mutlak tecrit altına alındı. Dışarı ile hiçbir teması yok. Türkiye, OHAL ve mutlak tecrit koşullarında 24 Haziran’da baskın seçimlerine gidiyor. KCK Genel Başkanlık Konseyi Üyesi Zilar Stêrk, baskın seçimleri, 31 Mayıs 1999’da Öcalan’ın çıkarıldığı ilk mahkemeyi ve mutlak tecridi değerlendirdi.

Tek adam rejimi ve faşizmin kanunlarının ilkin İmralı’da uygulamaya konduğunu dile getiren Stêrk; “Bu kanunlar daha sonra tüm Türkiye’yi yönetme şekline dönüştürüldü” dedi. Öcalan ile diyalog kesilmeden Türkiye’de faşizmin kurallarını hakim kılmanın mümkün olmadığını ifade eden Stêrk, “Çünkü İmralı’dan çıkan ses, demokrasinin ve özgürlüklerin sesiydi. Bu sesi susturmadan faşizmi uygulamaya koyamazlardı” diye ekledi.

Öcalan’a yönelik tecrit koşullarında gerçekleştirilecek seçimleri de değerlendiren Zilar Stêrk; “Şu anda Önderliğimizle beraber Türkiye demokrasisi, insan hakları ve hak-hukuk-adalet alanları tecrit altındadır. O yüzden Önderlik üzerindeki mutlak tecrit kalkmadan Türkiye’deki faşizm de kalkmaz, sona ermez ve demokrasi yeniden canlanmaz” şeklinde konuştu.

Avrupa Konseyi’ne bağlı İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT) tecrit karşısındaki yaklaşımı ve sessizliğini de değerlendiren Stêrk, şu ifadeleri kullandı: “CPT birey ve insan hakları merkezli çalışma yürüten uluslararası sivil bir kurum değil de, daha çok devletler lehine işleyen bir hukuku esas alıyor. CPT, Kürt özgürlük davasına yaklaşımında ortaya çıkan bu kurumsal gerçeklik karşısında, Kürtlerin CPT’ye karşı içine girdikleri beklentilere gölge düşmüştür. Şimdi CPT’nin Kürtler nezdinde oluşan bu gölgeyi kaldırmak ve gidermek gibi bir sorumluluğu var.”

KCK Genel Başkanlık Konseyi Üyesi Zilar Stêrk’in ANF’nin sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

İMRALI’DA NELER OLUP BİTTİĞİNİ BİLMİYORUZ

-Sayın Öcalan’dan hareket olarak haber alıyor musunuz? Elinizde yeni bilgiler var mı?

HDP İmralı heyetinin en son 5 Nisan 2015 tarihinde yaptığı yüz yüze görüşme ardından Hareket olarak Önderliğimizden direk bir haber alma durumumuz olmamıştır. Türkiye’de gelişen 15 Temmuz darbe girişimi kapsamında İmralı’ya dönük de bazı girişimlerde bulunulduğuna dair o dönemde ortaya çıkan söylentiler ardından Kürtler, seçilmişleri öncülüğünde ölüm orucuna girmişlerdi ve bu direnişin ardından Eylül 2016’da Önderliğimizin kardeşi Mehmet Öcalan adaya götürülerek bir saat kadarlık bir görüşme yapma durumu olmuştu. Bu bir saatlik kardeş görüşmesi dışında, 5 Nisan 2015’ten bu yana Önderliğimizden hiçbir biçimde direk bir haber alma durumumuz olmamıştır. Elimizde şu anda İmralı’da neler olup bittiğine dair gerçeğe dayalı bir bilgi yoktur.

TEKÇİ FAŞİST UYGULAMA 5 NİSAN 2015’TE BAŞLADI

Zaman zaman Önderliğimizin İmralı’daki durumu hakkında çeşitli söylentiler ortaya atılabilmektedir. Güney Kürdistan’daki referandum sürecinde sosyal medya üzerinden dağıtılan çeşitli iddialar oldu. O dönem Adalet Bakanlığına bağlı çeşitli yetkililerin yaptığı açıklamalar olmuştu. Ancak halkımızın ve hareketimizin devlet adına yapılan açıklamalara yaklaşımı bilinmektedir. Devlet adına yapılan bu yönlü açıklamalara ne halkımız ne hareketimiz güven duymaz ve dikkate almaz. Avukat, aile veya bağımsız bir heyetin yapacağı bir görüşme olmaksızın, Önderliğimizden gerçek, nesnel bir bilgi aldık demeyiz. O dönem devletin Adalet Bakanlığınca yapılan açıklamalarını Halkımız ve Hareketimiz kabul etmedi, Kürdistan’ın her yerinde her gün eylem ve protestolarla Önderlikten haber almak için ayakta olundu. Önderlik için ayakta olma durumu kadın ve gençlik öncülüğünde hala sürmektedir.

Kısa bir süre önce yine kaynağı pek belli olmayan bazı bilgiler hareketimize yansımıştı. İlginçtir, tam da Afrin’de direnişin yükseldiği döneme denk getirilmişti. Bunun üzerine Hareket yönetimimizden bazı arkadaşlarımızın, Önderliğimizin durumu hakkındaki kaygı ve endişelerimizi içeren çeşitli açıklamaları olmuştu. Zaten hemen ardından erken seçim süreci başlatıldı. Bunlar birbirinden kopuk şeyler değildir. Erdoğan-Bahçeli kirli ittifakının tüm faşist saldırı ve uygulamalarına rağmen teslim alamadığı demokratik Kürt iradesi karşısındaki iflasını yansıtıyor. Tüm Türkiye’yi kendi OHAL kanunlarına mahkûm etmeyi amaçlayan AKP-MHP faşizminin ilk uygulamasına İmralı’dan başladığını görmek gerekir. Türkiye’yi bu gün sarıp sarmalayan tekçi faşist zihniyet ve uygulamalarının başlama tarihi, İmralı ile görüşmelerin kesildiği 5 Nisan 2015’tir.

İLK VE SON MAHKEME

-Sayın Öcalan’a yönelik 15 Şubat 1999’da yapılan devletlerarası komplodan sonra 31 Mayıs 1999’da Öcalan’ın İmralı cezaevinde ilk yargılaması yapıldı. 19 yıldır tecrit uygulanıyor. Hem Öcalan’ın yargılaması hem de 19 yıldır uygulanan ve 2015 yılından bu yana mutlaklaştırılan tecrit ile amaçlanan nedir? Sistem içi bir çözüm mü dayatılıyor?

15 Şubat devletlerarası komplosu ardından Önder Abdullah Öcalan’ın yargılandığı ilk mahkeme İmralı’da 31 Mayıs 1999’da yapıldı. Önderliğimizin direk fiziki olarak hazır bulunduğu, kendi savunmasını bizzat kendisinin yaptığı, tüm canlılığıyla kendisini yansıtabildiği ilk ve son mahkeme oldu. Bu mahkemedeki Önderlik duruşu ve “Demokratik Çözüm” adıyla yaptığı savunma, tüm Türkiye açısından etkileyici olmuştu. Demokratik Çözüm umudunu herkeste geliştirmeyi başarmıştı. Yargı süreci bu günlerde 19 yılını tamamlıyor. Buna Asrın Davası dedik. Çünkü Önderlik şahsında açılan dava Kürt Halk Davasıdır. Tüm Kürtlerin davasıdır. Yok sayılan bir halkın varlığını kabul ettirme davasıdır. Dolayısıyla hukuki açıdan bir yargılama süreci olarak son 19 yıllık bir dava gibi ele alınsa da, esasta Cumhuriyet’in tarihi boyunca süren bir davadır bu. 1924’lerden beri Kürt Halkına dayatılan inkar ve imha siyaseti karşısında başlamış ve sürmekte olan bir davadır. Doğrusunu söylemek gerekirse, Türk devletinin 1924 Anayasası sonrasında Kürtlere karşı geliştirdiği imha ve inkar siyasetine dayalı zulmünün yargılanmasını gerektiren bir davadır. Bu yüzden Önderliğimiz şahsında yargılanan Kürt Halkının varlık ve yokluk meselesidir.

DAVADA HAKİKAT TERSYÜZ EDİLDİ

Sanık durumunda olan Önderlik ve Kürtler değil, Kürtlere yüz yıllık zulüm uygulayan, katliam ve soykırımdan geçiren sömürgeci devlet sistemidir. Ancak işler hakikatin kontrolünde değil de egemen ulus devletinin kontrolünde yürüdüğü için, son 19 yıllık bir yargılama davası olarak ele alınmakta ve asıl yargılaması gerekenler yargılanmamaktadır. Yani egemen ulus devlet kontrolünde yürüyen bu davada hakikat ters yüz edilmiştir. Önderliğimizin tüm bu yargı süreci boyunca içine girdiği tutum ise mahkemelere sunduğu savunmalarında hakikati tarihsel, toplumsal, bilimsel-felsefik bütünselliği içerisinde ortaya koyup davanın aslı hakkında hem derin bir aydınlanma düzeyini ortaya çıkarmak hem de Demokratik Çözüm Yolunu geliştirme temelinde olmuştur. Önderliğimizin mahkemelere sunduğu ve çeşitli dillere çevrilmiş bu savunmalarını okuyan insanlar, bu dava hakkında hem aydınlanmış hem de Demokratik Çözüm fikrinden haberdar olmuş oluyor.

HUKUKİ AÇIDAN İLERLEME YOK, NEDENİ AKP’NİN YARGI ÜZERİNDEKİ KONTROLÜ

Bu yüzden 31 Mayıs 99’daki ilk mahkeme duruşmasında yaptığı savunma metninden başlayarak, diğer tüm mahkemelere sunmak üzere hazırladığı ve ciltler dolusu kitaplar olarak toplumun da incelemesine sunulmuş olan “Demokratik Toplum Manifestosu” adlı eserleri herkes mutlaka okumalıdır. Diğer türlü dava hakkında doğru bir toplumsal bilgilenme mümkün olmadığı gibi, davayı kendi kontrolünde tutmak isteyen merkezi sömürgeci devleti tam on altı yıldır yürüten Erdoğan ve AKP’sinin, faşist siyasi tekelinden kurtarmak da hukuksal açıdan mümkün olmamaktadır. Çünkü ortada hukuku felç etmiş, devre dışı bırakmış, yargıyı tekeline almış, kendi sultasını pekiştirmek için kullanan 16 yıllık değişmeyen bir iktidar var. Önderlik Davasında yargısal ve hukuki açıdan hiçbir ilerleme sağlayamamanın, kesinlikle AKP iktidarının yargı ve hukuksal süreçler üzerindeki 16 yıllık kontrolü ile ilgisi vardır.

BİR GÜN MUTLAKA YARGILANACAKLAR!

AKP’nin yargı ve hukuksal süreçleri kendi tekeline alması ardından davada milimlik ilerleme sağlanamamıştır. Erdoğan ve AKP’sinin denetiminde tuttuğu yargı, davayı kendi cephesinden durdurmuş durumdadır. Dava avukatları Temmuz 2011’den beri müvekkillerini hiçbir biçimde göremiyor ve direk bir temasta bulunamıyorlar. Müvekkilleri lehine açtıkları davalara yanıt alamıyorlar. Dolayısıyla davanın savunma tarafındaki hakların hiçbiri işlemiyor. Aslında hukuk dışına itilmiş bir davadır. Elbette siyasi bir davadır. Ancak siyasi davaların da hukuki yanları işlemek zorundadır. Siyasal yanı siyasi mecrada, hukuki yanları ise hukuk mecrasında ele alınmak durumundadır. Ortada 19 yıldan beri esaret koşullarında tutulan bir halkın önderi var. Bir Halk Önderi olmanın yanında bir de bir insan olarak, bir birey olarak hukuk önünde sahip olduğu hakları var. Tutuklu her bireyin sahip olduğu haklardan yararlanması gerekir. Ancak bu konuda AKP iktidarı süresince uygulanan büyük bir haksızlık var. Aslında haksızlığın da ötesinde karşı yargılamayı gerektiren bir suç durumu var. Tarih ve toplum bunları bir gün mutlaka yargılayacaktır. Nitekim uluslararası bir halk mahkemesi niteliğinde olan Tribunal’in Erdoğan ve AKP’sini savaş suçlarından dolayı mahkûm eden kararı oldukça anlamlı olmuş ve yaşanan gerçeği yansıtmıştır.

Erdoğan ve AKP’si 16 yıllık iktidarı boyunca Önderliğimizin İmralı’daki esaret durumunu Kürtler ve hareketi üzerinde sürekli bir tehdit olarak kullandı. Kürtleri ezme planları yaptığı her süreçte, işe kesinlikle İmralı görüşmelerini kesmekten ve tecrit izolasyon uygulamasını ağırlaştırmaktan başlıyordu. Bir diğer açıdan ise Türkiye’de Kürt sorununu çözmek, sadece Kürtlerin sorununu çözmekten ibaret değildir. Kürt sorunu hem Türkiye zemininde hem de bölgede artık kendi çapını aşmış bir demokrasi ve özgürlükler sorunuyla özdeşleşmiş durumdadır. O yüzden Kürt sorununu çözmek, Türkiye’nin demokrasi ve özgürlükler sorununu çözmek anlamına geliyor. Ancak Erdoğan ve AKP’si; Türkiye’nin gelişmesi, büyümesi ve güçlenmesi önündeki bu en büyük engeli kaldırmak istemedi. Bunu hiçbir zaman arzulamadı. Kürt sorununu demokratik yöntemlerle çözmek yerine, süreklileşen bir rant alanı olarak kullandı. Kürt sorununu çözmemiş olmak, kesinlikle Erdoğan ve AKP’sinin son derece bilinçli bir siyasi tercihidir. Çünkü bunca yıldır tek başına iktidardı ve arzu etmesi halinde çözümün her biçimini geliştirmenin imkân ve olanakları her iki cephe açısından da vardı. Ancak Erdoğan ve AKP’si Türkiye’yi demokratikleştirip güçlendirmek yerine, kendi iktidarını büyütüp güçlendirmeyi tercih etti.

CPT, KURULUŞ FELSEFESİNE TERS DÜŞMÜŞTÜR

-Bundan 2 ay önce CPT, tartışmalı bir rapor yayınladı ve bu rapora tepkiler yağdı. 1987’de kurulan CPT o dönemden bu yana Türkiye cezaevlerine dönemsel ziyaretler gerçekleştirdi ve tavsiye kararları içeren raporlar yayınladı. CPT ile konvansiyonun tarafları arasındaki ilişkiler iki temel prensibe dayandırılıyor; işbirliği ve gizlilik ve bu temel prensip ile özgürlüğü elinden alınmış kişinin kötü muameleye maruz kalmasını engellemek. Bu maddenin devamında işbirliği ve gizliliğin sebebi devletin suçlanmasının önüne geçmek olarak açıklanıyor. Devletin suçlanmadığı tavsiye raporlarının devlet izniyle yayınlanması esasıyla çalışan bir kurumun insan haklarına katkısı ne olabilir? CPT’nin tecride sessizliğini buna bağlayabilir miyiz?

CPT şimdiye kadar uluslararası çapta; tarafsız, insan haklarını koruma temelinde geliştirilmiş, Avrupa Konseyi hukukuna bağlı çalışma yürüten, sivil bir örgüt olarak dünyada kabul görmekteydi. Türkçesi uluslararası işkenceyi önleme komitesi oluyor. Ama maalesef isminde taşıdığı anlam ve sıfata göre işleyen sivil bir kurum olmadığı İmralı konusunda izlediği politikadan anlaşılmaya başlandı. Belli ki kuruluş felsefesine ters düşme durumu var. Her hangi bir ulus devletin sınırları içine girip orada işkence uygulanıp uygulanmadığını, İnsan Hakları normlarına göre davranılıp davranılmadığını denetleyerek söz konusu devletin bireye işkence uygulamasını önlemeyi amaçlıyor. CPT böyle tanınıp biliniyor. Ancak işin iç yüzünün böyle olmadığı Kürtlerin CPT ile yoğunluk kazanan ilişkilerinde ortaya çıkmaya başladı. Açığa çıktığı kadarıyla CPT, işkence uyguladığı iddia edilen devletleri denetlemeye gittiğinde tavsiye raporları hazırlıyor ve bu raporların ilgili kamuoyu ile paylaşılması, hakkında tavsiyeye gidilen devletin izin ve onayına bağlı kalıyor.

Hukukçu değiliz, uluslararası hukuk bilgimiz yetersiz olabilir. Ancak gerçekten uygulanan hukuk bu söylenen biçimdeyse, o zaman CPT birey ve İnsan Hakları merkezli çalışma yürüten uluslararası sivil bir kurum değil de, daha çok devletler lehine işleyen bir hukuku esas alıyor. Birey ve İnsan Haklarına dayalı bir hukuku değil de daha çok devletlerin çıkarlarını gözeten devletler hukukuna göre işleyen bir kurum olduğu anlaşılıyor. Kürt Özgürlük Davasına yaklaşımında ortaya çıkan bu kurumsal gerçeklik karşısında, Kürtlerin CPT’ye karşı içine girdikleri beklentilere gölge düşmüştür. Şimdi CPT’nin Kürtler nezdinde oluşan bu gölgeyi kaldırmak gidermek gibi bir sorumluluğu var. Örneğin, Önderliğimiz Temmuz 2011’den bu yana avukatlarıyla hiçbir biçimde görüştürülmemiştir. CPT’nin çıkıp “bu bir İnsan Hakkı İhlalidir, bu bir tutuklu hakları ihlalidir, tutuklunun elinden savunma hakkının alınmasıdır, dolayısıyla Öcalan’a uygulanan özel bir işkencedir” demesi lazım.

CPT YENİDEN İMRALI’YA GİTMELİ

5 Nisan 2015’ten itibaren İmralı’da uygulanan mutlak tecrit sistemi var. Ne avukatları ne ailesi ne de vasisiyle hiçbir biçimde görüştürülmemekte, kendisinden yazılı olarak da herhangi bir haber alınamamaktadır. Bir Halk Önderi olmanın yanı sıra bir insan olarak da, tam üç yıldır hiçbir yakını ile hiçbir avukatıyla görüştürülmeme durumu, bir İnsan Hakları ihlalidir ve işkence uygulaması kapsamındadır. CPT’nin buna karşı gösterdiği tutum, Türk devletinin içine girdiği hak ihlali ve işkence suçunun üstünü örtme temelindedir. CPT İmralı’ya iki yıl önce gitmiş ve incelemelerde bulunduğunu kamuoyuna açıklamıştı. Raporunu açıklaması için tam iki yıl boyunca Kürtler her gün eylemde olmalarına rağmen, Türk devleti izin ve onay vermiyor diye CPT İmralı raporunu açıklamadı. İki yıl önceki raporunu daha yeni iki ay önce açıkladı. Yayınlanan rapor, iki yıl öncesindeki İmralı koşullarına dayalı olarak hazırlanan bir rapordur. Son iki yıl içinde İmralı’da ne olup bittiğini hiç kimse bilmiyor. Önderliğimizin ne avukatları, ne ailesi, ne vasisi, ne Kürtler ne de Kürt Hareketi bilmemektedir. CPT Avrupa Konseyine bağlı çalışan bir örgüttür.

Önderliğimizin İmralı’daki esaret sürecinde, daha doğrusu 15 Şubat devletlerarası komploda Avrupa ülkelerinin rolü büyüktür. AİHM’deki davası henüz sürüyor. Önderliğimize özel olarak geliştirilen ağırlaştırılmış müebbet cezası AİHM tarafından da İnsan Haklarına aykırı bulundu, ancak buna rağmen Türkiye bu cezayı gözden geçirmeye yanaşmıyor. Tüm bu nedenlerden dolayı, İmralı’da olup bitenlerden Avrupa Konseyi ve kendisine bağlı kurumlar da birebir sorumludur. Konuya gereken sorumlulukla yaklaşmayan, Kürt Halkının Önderleri hakkında içine girdiği kaygı ve endişeyi gidermeyen, halkın gösterdiği tepkiyi ve dile getirdikleri talepleri dikkate almayan tutumunu derhal bırakmalı ve bir CPT heyetini yeniden İmralı’ya göndermelidir. Orada olup bitenleri Kürt kamuoyu ile paylaşmalı, aile ve avukatların İmralı’ya gitmelerini sağlamalıdır.

ÖCALAN’A TECRİT KOŞULLARINDA 24 HAZİRAN BASKIN SEÇİMLERİ

-Türkiye’de 24 Haziran’da baskın bir seçim gerçekleştirilecek. Bu seçimlerin diğer seçimlerden farkı nedir? Öcalan’ın üzerindeki mutlak tecrit seçimleri nasıl etkileyecek?

2016’daki Anayasa referandumu ile beraber Türkiye’de ciddi bir rejim değişikliği yapıldı. Erdoğan’ın kontrolünde gelişen rejim değişikliği ile beraber Tek Adam Rejimi resmiyet kazandı, yasal dayanakları oluşturuldu. Her seferinde yürüten hükümetlerin tekeline de girse, kuvvetler ayrılığına dayalı bir “demokrasi” zemini vardı. Yapılan rejim değişikliği ile beraber bu zemin tamamen ortadan kaldırıldı. Yeni rejimde tüm kuvvetler bir kişinin tekeline bırakıldı. Yasama, yürütme ve yargı gibi devleti oluşturan esas kuvvetlerin tek bir kişinin akıl sınırlarına ve iki dudağı arasından çıkacak kararlara mahkum edilmiş olması, faşizmin kanunlaşmış olmasıdır. Sözde uygulaması 2019’a bırakılmıştı. Erdoğan faşizmi zaten buna göre kendini icra etmiştir. Şu anda hem parti başkanı, hem başbakan hem de cumhurbaşkanıdır. Hiçbir şeyi yasa ve kanunlara göre yürütmüyor. 15 Temmuz’daki sözde askeri darbe girişimini gerekçe yaparak ele geçirdiği OHAL yetkisine dayanarak her gün başka bir KHK çıkararak, Türkiye’yi günlük olarak kendi çıkardığı bu kararnamelere göre yönetiyor.

24 HAZİRAN TÜRKİYE’NİN GELECEK YÜZYILINI BELİRLEYECEK

Türkiye bugün demokrasinin değil, “faşizmin kanunlarıyla” “Erdoğan kanunları” ile yönetiliyor. Erken seçim projesi de kendisine aittir. Son güne kadar da gündemlerinde erken seçimin olmadığını söyleyerek tüm Türkiye kamuoyunu kandırdı. Bir yandan erken seçim gibi bir gündemimiz yok dedi bir yandan ise yeni seçim yasaları oluşturdu. Sandıkların güvenliğini, iş başındaki hükümetin kontrolüne sokan yasal mevzuatlar oluşturdu. MHP’nin baraj sorununu ortadan kaldırmak için özel ittifak yasası çıkardı. Yine hem cumhurbaşkanı hem milletvekili seçiminin aynı günde yapılması daha önce olmamış bir şeydir. Bu da bir “Erdoğan Kanunu” olarak ilk defa pratikleşecek. Yani erken seçimi tamamen kendi kontrolünde ve kendi lehinde gerçekleştirmenin tüm yasal zeminini döşedikten sonra erken seçime gideceğini ilan etti. Diğerlerine ise buna sadece uymak kaldı. Şimdi böyle bir ortamda Türkiye 24 Haziran seçimlerine gidiyor. OHAL ortamında ve tek adam rejiminin kanunlarıyla çift seçime birlikte gidiliyor. Kamuoyu buna baskın seçim dedi. Ama baskın seçim nitelemesi Erdoğan’ın yaptığını açıklamaya tam yetmiyor. Aslında Erdoğan ve Bahçeli kafa kafaya vermiş, cumhuriyetin önümüzdeki yüzyıldaki formatını belirliyor. Yeni yüzyılın cumhuriyetine elbirliği ile kurguladıkları; faşist, otokratik, tek adam rejim programını yüklüyorlar. 2016 Anayasa Referandumunda formatlanan cumhuriyet rejimine, 24 Haziran’da faşizmin ve otokrasinin programlanmış kanunlarını yüklemeyi hedefliyorlar. Bu anlamıyla Türkiye’nin gelecek yüzyılını belirleme hedefiyle yapılacak bir seçimdir. 24 Haziran seçimlerinde oylanacak şey, esasta demokrasi ve faşizm seçenekleridir.

TEK YOL, AKP-MHP FAŞİST İTTİFAKINI YENİLGİYE UĞRATMAKTIR

Sandıktan faşizmin değil demokrasinin çıkması için, Erdoğan-Bahçeli faşizmi karşısında tutum sahibi olan tüm güçlerin üzerine düşen çok önemli görevler var. Demokrasinin sağında veya solunda, muhafazakâr veya solcu, sosyalist ya da sosyal demokrat, sağ veya sol liberal gibi ideolojik ayrılıklara düşülmeksizin, Ana Hedef faşizm ile mücadeleye odaklanma olmalıdır. Türkiye’nin kontrolüne girdiği faşizmin egemenliğinden kurtulmasının başka yolu kalmamıştır. Tek yol, Erdoğan AKP’si ile Bahçeli MHP’sinin kirli faşist ittifakının yenilgiye uğratılmasıdır. Erdoğan ve AKP’si iktidardan düşmediği müddetçe, Türkiye’nin yeniden demokratikleşme yoluna girme şansı olmayacaktır.

Türkiye’nin içine düştüğü bu zor ve zahmetli durum, Önder Abdullah Öcalan’ın üzerindeki mutlak tecrit uygulamasıyla sıkı sıkıya bağlıdır. 5 Nisan 2015 tarihinde HDP heyetinin yaptığı son İmralı görüşmesinin ardından, İmralı’da uygulanan mutlak tecrit uygulaması tüm Türkiye’ye yayıldı. İmralı’da hukuksuz ve sistemli bir işkence rejimi uygulanmaktadır. Tek Adam Rejiminin Kanunları, Faşizmin Kanunları ilkin İmralı’da uygulamaya kondu. Daha sonra tüm Türkiye’yi yönetme şekline dönüştürüldü. Zaten İmralı’da Önder Abdullah Öcalan ile görüşme ve diyalog kesilmeden Türkiye’ye faşizmin kanunlarını hâkim kılmak mümkün olamazdı. Çünkü İmralı’dan çıkan ses, demokrasinin ve özgürlüklerin sesiydi. Bu sesi susturmadan faşizmi uygulamaya koyamazlardı.

HDP BARAJ ALTINDA KALISA FAŞİZME YENİDEN KATLANMAKTAN BAŞKA ŞANSLARI OLMAYACAK

2013’te İmralı görüşmelerinin başlamasıyla beraber, tam bir baharlaşma ve demokratikleşme atmosferine giren Türkiye’nin, şimdi faşizmin kara çarşafları altına sokulmuş olması, kesinlikle Önderliğimizin devre dışı bırakılması ile bağlantılıdır. Dolayısıyla şu anda İmralı’da sürmekte olan mutlak tecrit sistemi, tüm Türkiye üzerindeki tecrittir. Demokrasi ve özgürlükler üzerindeki tecrittir. Şu anda Önderliğimizle beraber Türkiye Demokrasisi, İnsan Hakları ve Hak-Hukuk-Adalet alanları tecrit altındadır. O yüzden Önderlik üzerindeki mutlak tecrit kalkmadan Türkiye’deki faşizm de kalkmaz, sona ermez ve demokrasi yeniden canlanmaz. Herkes kendini bundan sorumlu görmeli ve HDP’nin baraj altında kalmamasını sağlamak için el birliği ile çalışmalıdır. Bu durumun sadece HDP tabanının sorunu olmadığını herkes bilmelidir. Faşizm karşıtı olup HDP’li olmayan seçmenlerin de sorunudur. Çünkü HDP’yi baraj altında bırakmış bir Türkiye’nin, kesinlikle AKP–MHP faşizmine yeniden katlanmak dışında bir şansının olmayacağı bilinmelidir. Erdoğan-Bahçeli kirli ittifakı ne yapıp edip bin bir hile ile HDP’yi baraj altında bırakmayı tezgâhlamaktadır. Kürdistan’daki seçim sandıklarının HDP’nin güçlü olduğu yerlerden AKP’nin oy alabileceği yerlere kaydırılması, yine birçok sandığın sözde “güvenlik bölgelerine” taşınması, birçok sandığın birleştirilmesi gibi uygulamalar, 24 Haziran seçimlerinde HDP’yi mutlaka baraj altında bırakmanın çabalarıdır.

Bu uygulamalar, 24 Haziran seçiminden çıkacak sonuçlara şimdiden yapılmış bir darbedir. Demokrasiye yapılan bir darbedir. Bu haksızlığı kimse kabul etmemeli ve hem hukuki yollarla hem de alınacak sandık güvenlik tedbirleriyle boşa çıkarmak için herkes el birliği yapmalıdır. Mevcut durumda HDP’nin baraj sorununun olmadığını herkes biliyor. Ama seçimin sonuçlarına şimdiden bu darbeci yöntemlerle müdahale ederek, HDP’yi baraj altına itip HDP’nin alacağı oylara konmayı amaçlamaktadır. Erdoğan-Bahçeli faşist ittifakı HDP’nin oylarına göz dikmiştir. HDP’nin oyları, demokrasi ve özgürlüklerin oylarıdır. Demokrasi ve özgürlük oylarını kendi kirli ittifak oylarının üzerine eklemeyi amaçlamaktadır. Riski herkes görmelidir. Çünkü HDP’yi sahiden baraj altına itmeyi başarabilirlerse, HDP’nin tüm oyları AKP-MHP faşist ittifakına geçecek ve faşizmi garantileyecektir. Çünkü Kürdistan’da diğer partilerin gücü yoktur. Çekişme ve hesaplaşma, HDP ve AKP-MHP faşist ittifakı arasında somutlaşmıştır. Bu yüzden faşizm karşıtı olan herkesin, HDP’nin baraj altında kalmaması için kendini sorumlu görmesi ve haksızlıklara göz yummaması gerekir.

DEMOKRATİKLEŞMENİN ANAHTARI ÖCALAN’IN ELİNDE

-Türkiye’de Öcalansız bir demokratikleşme mümkün mü?

Abdullah Öcalan üzerindeki mutlak tecrit sürdüğü müddetçe Türkiye’nin demokratikleşmesi mümkün değildir. Türkiye’yi demokratikleştirecek anahtar Önderliğimizin elindedir, İmralı’dadır. Söz konusu çözüm anahtarı, Kürt Sorununun teslimiyet temelinde değil, Demokratik temelde Çözümüdür. Böyle bir çözümü geliştirmek ise İmralı ile müzakere temelinde görüşmeleri başlatmakla mümkündür. Ancak mevcut durumda bunun en küçük bir işaretini ufukta görememekteyiz. Seçimler eşiğinde, Erdoğan’ın görevlendirmesiyle konuşturulan bazı kişilerin karşılıklı birbirini boşa çıkaran değerlendirmeleri, tamamen seçmenin kafasını karıştırmaya dönük tezgahlanmış spekülatif değerlendirmelerdir. Bu tür değerlendirmelerle hem Kürt ve demokrat seçmen iradesi hem de milliyetçi seçmen iradesi manipüle edilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla Kürt sorununa birbirine zıt yönlerden duyarlılık gösteren her iki seçmen tabanını da hedefleyen komplovari söylemlerdir. Özellikle de Kürtler bu tür manipülatif söylemlere aldanmamalı ve kesinlikle seçim seferberliği çalışmasında yoluna devam etmelidir.

ÖCALAN’IN YAYILAN TEZLERİ

-Kadınlar her yerde Öcalan’ın özgürlüğü için eylemde. Fakat artık yalnız Kürt kadınları değil dünya kadınları da Öcalan’a ve projelerine sahip çıkıyor. Onlara ne söylemek isterseniz?

Önderliğimizin Kadın Özgürlük Tezlerinin artık dünya kadınlarınca da biliniyor, tanınıyor ve destekleniyor olması çok sevindirici bir gelişme olarak ortaya çıkmaktadır. Önderliğin Kadın Özgürlüğüne dair geliştirdiği tezlerin dünya çapında Kadın Özgürlük Yoluna katkısı büyük olacaktır. Pratik karşılık bulması açısından bu aydınlatıcı düşünce ve tezleri her yere götürmek lazım. Hem dünyanın her yerine bu düşünce ve fikirleri götürmek hem de anlaşılmasını sağlamak için çeşitli eğitici, aydınlatıcı faaliyetlere ağırlık vermek lazım. Çünkü bu düşünce ve tezlerin kadınlar tarafından kendi anlamı içerisinde incelenmesi ve yorumlanması, kadınların fayda sağlaması açısından önemli olmaktadır. Bu düşünce ve tezler Kürdistan’da bir kadın özgürlük programına ve bu program etrafında eyleme geçen bir harekete dönüşmüş durumdadır. Günlük sonuçları çok somut ve nesnel olarak ortaya çıkmaktadır. Dünya kadınlarının da Kürdistan’daki bu deneyimlerden faydalanmasını sağlamak, dönem görevlerimiz arasındadır.

düşünceleri etrafında dünya kadınlarına gidildikçe kadınlardaki umutlanmanın nasıl nesnel bir karşılığa dönüştüğünü somut görmekteyiz. Dolayısıyla kendisini “Kadın Özgürlük Yolunun bir Emekçisi” olarak tanımlayan Önderliğimizin esaretini dünya kadınları da artık kendi sorunları olarak görmeye başlamaktadırlar. Kadınların özgürlük sorununa bu kadar kafa yoran ve çözüm projeleri geliştiren bir Halk Önderinin 19 yıllık esaretini tabi ki sadece Kürt Kadınları değil, dünyanın özgürlükçü kadınları da artık kabul etmemektedirler. Geliştirdikleri çeşitli eylem etkinlik ve toplantı platformlarında, en büyük kadın özgürlük savunucusu olan Önder Abdullah Öcalan’ı aralarında görmek, bizzat tanışmak, tartışmak ve kavuşmak istediklerini dile getiriyorlar. Kadınların özgürlüğü için düşünen, bunun için durmadan çabalayan bir Önderin özgürlüğünü istemek, talep etmek, haykırmak tüm kadınların hakkıdır. Dünya kadınlarının Önderliğimizin Özgürlük Tezleriyle tanışmış olmalarını ve sahiplenme düzeylerini kutluyorum. Bu yönlü eylem ve etkinliklerini selamlıyorum.