Altun: Önderliğe uygulanan siyaset toplum  kırımdır

Rıza Altun: Önderlik şahsında uygulanan siyaset, toplum üzerinde bir kırımdır. Önderlik üzerindeki siyaset görüldüğü oranda toplum üzerindeki kırım anlaşılabilir. Önderlik üzerindeki siyaset boşa çıkarıldığı oranda toplumsal kırım durdurulabilir.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Rıza Altun, Medya Haber TV’de yayınlanan özel programda, gazeteci Mazlum Kayaalp’in sorularını yanıtladı. Türkiye’deki mevcut basın ve yönetimin eskiden beri uyguladığı özel savaş politikasına dikkat çekerek, son günlerde hakkında yapılan haberlere ilişkin bunun tamamen bir özel savaş politikası olduğunu  söyledi.

Rıza Altun, Güncel gelişmelere ilişkin şu değerlendirmelerde bulundu:

ÖZEL SAVAŞ PROPAGANDALARINA İNANMAMAK GEREKİYOR

“Türkiye’deki mevcut basın ve yönetimin eskiden beri Hareketimize karşı uygulamış olduğu bir özel savaş politikası var. Bu özel savaş politikası da son dönemlerde çok daha fazla yoğunlaşmış bir vaziyettedir. Sürekli yalan yanlış haberlerle hem toplumda belirli bir algı oluşturmak (kendi lehinde),  hem de yurtsever kesimin moralini bozucu sonuçlar çıkarmak için bu tür propagandalar sık sık yapıyorlar. Eğer dikkat ederseniz son dönemlerde özellikle de devletten bazı kişilerin bitirdik, tükendi, bitti diye açıklama yapmaları, 600-700 kişi kaldı şeklindeki açıklamaları böyle bir politikanın ürünüdür. Yine gerillanın kayıplarıyla ilgili vermiş olduğu rakamlar, hava saldırısı ve benzeri saldırıların sonuçlarını verme biçimlerine baktığımız zaman bunu çok daha rahat anlayabiliriz.

Doğru 21 Mart’ta Kandil’de bir hava saldırısı oldu. Fakat bu hava saldırısının olduğu yerde ben yoktum. Yani hiç benimle alakası olmayan bir şeydir. Benim içinde olmadığım bir durumdur. Fakat olmadığım halde de böyle bir propaganda yapma ihtiyacı duyuldu. Bu sadece benim şahsımla ilgili değildi, birçok arkadaşla ilgili de aynı şeyi yapıyorlar. Her gün işte kırmızı listede şunu öldürdük,  gri listede şunu öldürdük şeklinde propagandalar yapıyorlar. Bence buna çok fazla itimat edilmemesi gerekiyor. Bu yalan yanlış haberlere çok fazla inanmamak gerekir. Bunlar tamamen bir özel savaş propagandasıdır. Bence çok da önemsememek gerekiyor.

TÜRKİYE’DE KURULMAK İSTENEN REJİM BÜYÜK DARBE ALDI

Türkiye’de yaşanan bu yerel seçimler, 31 Mart seçimleri önemli. Ortaya çıkan sonuçlar da önemlidir. Bu halen de Türkiye’de tartışılan bir durumdur. Gerçekten bunu değişik açılardan çok iyi değerlendirip, doğru sonuçlar ortaya çıkartmak gerekir. Eğer çok sıradan sonuçlar ortaya çıkarılırsa mevcut rejimin ne kadar kokuştuğu, çürüdüğü gerçeğini anlamakta belirli bir zorlanma yaratacağı kadar; ortaya çıkan sonuçlar aşırı abartılırsa bu da aynı biçimde bazı tehlikeler bağrında barındıracaktır.

Şu bir gerçek, seçim öncesi mevcut iktidar bileşenleri bu konuda çok ciddi bir hazırlık yaptılar. Hem yasaların düzenlenmesi , seçimin hukuğunun buna göre düzenlenmesi , yine yapılması gereken hileler her neyse bunun önceden hazırlaması  gibi çok yoğpun bir çalışma yürüttüler Bunu özellikle de Kürdistan’da çok yoğun yaptılar. Çünkü temel amaçları kesinlikle neye mal olursa olsun bu seçimi kazanmaktı. Yani Kürdistan’da güya kendilerinin deyimiyle teröre karşı verilen mücadelenin nasıl sonuç alacağını ispatlayacaklardı. Türkiye’de ise halkın iktidar etrafında kenetlendiğini ispatlayarak aslında kurmuş oldukları faşist rejimi daha köklü temellere oturtarak sürdürmek gibi bir niyetleri vardı. Bu konuda çok titiz hareket ettikleri kesindir. Onun için de gerek AKP-MHP’nin gerkese onları değişik biçimde destekleyen değişik çevrelerin bu konuda oluşturdukları bir kamplaşma vardı. Epey bir hazırlık yaptılar.

Şimdi bu hazırlık karşısında demokrasi mücadelesinde yer alacak güçlerin de kendi içerisinde belirli bir faaliyetleri oldu. Fakat bu faaliyetler mevcut iktidarın yapmış olduğu hazırlıklar kadar kenetlenmiş bir muhalefet gücü ortaya çıkarmadı. Dolaylı, değişik ilişki biçimleriyle süreci göğüslemek gibi bir durumla karşı karşıya kalındı. Seçimde bütün hazırlıklara rağmen mevcut iktidar gerçekten çok ciddi bir yara aldı. Kendilerinin beklediğinden çok daha derin bir yara aldı. Belki bazı gerilemeler olabilirdi ama bu kadar geniş anlamda gerçekten de kendi siyasal meşruiyetinin sorgulanacağı sonuçlarının ortaya çıkması gibi bir beklentileri yoktu. Onun için büyük bir hüsrana uğradılar. Yani beklenmedik yerden kayıpların ortaya çıkması mevcut iktidarı zorladı. Özelikle de İstanbul gibi, Ankara gibi yine İzmir, Adana, Mersin gibi yerlerin batıda kaybedilmesi iktidar için çok ciddi bir kayıp sayıldığı kadar, Kürdistan’da da yaptığı bütün hazırlıklara rağmen büyük ölçüde kayyumların ortadan kaldırılması, kayyum politikasının kendi deyimiyle yürütmüş oldukları mücadelede sonuç almadıkları gerçeği ortaya çıktı. Bu büyük hazırlıklara ve hilelere rağmen böyle oldu. Özellikle Kürdistan’da bu böyle oldu.

Onun için şöyle bir değerlendirme yapmak mümkün; mevcut Türkiye’de kurulmak istenen rejim büyük bir darbe almış oldu. Yani toplum üzerinde yürütmüş olduğu politikalar, Kürdistan’da yürütmüş olduğu politikalar sonuç vermediği gibi Türkiye ve Kürdistan’dan geniş kesimlerin mevcut rejim karşısındaki rahatsızlıklarını ortaya koymak anlamında çok ciddi bir gelişme olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu elbetteki önemli bir gelişmedir.

BUNDAN SONRA DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN NASIL TUTUM TAKINACAĞI ÖNEMLİ

Ancak bu gelişme önemli olmakla birlikte mevcut iktidarın karakterini göz önünde bulundurduğumuz zaman bu ortaya çıkan sonucun bundan sonra nelere yol açacağı, mevcut iktidarın yaklaşımının ne olacağı konusu bence özellikle de takip edilmesi gereken bir konudur. Burada bu durumu değerlendirdiğimizde şöyle bir sonuç ortaya çıkar; elbetteki mevcut iktidar büyük bir dabe aldı, büyük bir güç kaybına uğradı ama almış olduğu darbe ve güç kaybı onu sürekli gerileterek çöküşüne yol açacak sonuçlara ne kadar müsaitse, aynı biçimde iktidarın kendisini de yeniden bir biçimiyle toparlayarak mevcut durumunu düzeltmek gibi yeni hamleler yapma ihtimali de oldukça yüksektir.

Meseleyi bu açıdan değerlendirdiğimiz zaman sadece ortaya çıkan sonuçlar açısından değil de, mevcut iktidarın ve iktidara karşı yürütülecek demokrasi mücadelesinin de nasıl bir tutum içerisinde süreci karşılaması gerektiği de önemli bir durumdur. Biz geçmişte şunu gördük; mevcut AKP iktidarı ilk defa darbe almıyor, geçimişte de benzeri olaylar yaşandı. Bu olaylardan ders çıkararak mevcut iktidarı değerlendirirsek ya da iktidarın karakteri açısından iktidarı değerlendirecek olursak, iktidarın bu mevcut ortaya çıkan sonucu kabullenmesi çok mümkün değil. Öyle bir iktidar söz konusu ki, öyle bir oluşum söz konusudur ki bugün faşizmi bile aratacak düzeyde bir rejim geliştirilmek isteniyor. Bu en geri kesimlerin kutsal ittifakına dayalı bir siyasal olşumdıur. Bugün AKP-MHP ittifakı, Ergenekon ittifakı, yine AKP içerisinde geçmişte Türkiye’nin en karanlık yönetimlerini temsil edenlerin bileşenleri dikkate alındığında gerçekten de mevcut iktidar sanıldığı kadar öyle demokrasinin zerresini bile kabul etmeyecek, yaşatmayacak bir karaktere sahiptir.

Bugün AKP’nin açıklamalarına baktığımız zaman bunu rahatlıkla görebiliriz. MHP’nin yaklaşımı keza öyledir. Mevcut sonuçları kabullenmeme, hatta bu sonuçlara yol açan etmenlere hesap sorma gibi bir siyaseti şimdiden yapıyorlar. Yine Süleyman Soylu şahsında, geçmiş Tansu Çiller-Ağar yönetimi benzeri Ergenekon’un ittifakı söz konusudur. Bu ittifakın olduğu yerde elbetteki seçimler önemlidir, demokrasi mücadelesi önemlidir. Demokrasi mücadelesini değişik alanlarda değişik araçlarla geliştirmek önemlidir.

GEZİ EYLEMİNDEN SONUÇLAR ÇIKARMAK GEREKİR

Ama mevcut rejim acaba bu demokrasi mücadelesinin temel esaslarına yaklaşımındaki temel anlayışını aşacak mıdır? Bu konuda rejimin ne yapacağını kesinlikle beklemek gerekiyor. Geçmiş tecrübeler de göz önüne alındığı zaman bir çok şeyi yapma söz konusu olabilir. Yani hem geçmişte eylemsel düzeyde toplumsal muhalefete karşı iktidarın oynamış olduğu, almış olduğu tavır; hem de seçimlerde almış olduğu tutum ve seçim sonrası geliştirmiş olduğu politikalar bağlamında baktığımız zaman mevcut seçimin sonuçları iktidarda belirli bir yıpratma yaratmış olsa da iktidar bu politikayı dikkate alarak daha saldırgan politikalarla kendisini ifade etmek gibi bir sürece girebilir.

Geçmişten beri Kürdistan’da demokrasi mücadelesi veren Kürt halkının bütün yasal, demokratik mücadelelerine kaşrı devletin yaptıkları ortadadır. En yasal, en demokratik çalışma alanlarını bile yasaklayarak, tutuklayarak, zindanlara doldurarak çeşitli yöntemlerle buradaki mücadeleyi bastırmıştır. Toplumsal bir mücadele, toplumsal muhalefeti bastırmak istemiştir. Böyle bir politika gütmüştür. Ama benzeri bir durum Türkiye’de de devrimci, demokratik, liberal kesimlere karşı da bunu yapmıştır.

Özellikle de Gezi Eylemi’nden bu konuda sonuçlar çıkarmak gerekiyor. Gezi bu konuda çok önemli bir bileşim, çok önemli bir çıkış olmasına rağmen iktidarın bunun karşısındaki tutumu ve daha sonrasında yürütmüş olduğu saldırılarla içine girmiş olduğu tutum dikkate alındığında mevcut iktidarın öyle demokrasi mücadelesinin ortaya çıkardığı sonuçları kitleselleşmeden ders çıkararak demokrasiye yönelmekten çok saldırgan politikaları daha öne çıkarma gibi bir siyaset güdebilir. Buna kesinlikle dikkat etmek gerekir.

Yine seçimler konusunda da öyledir. Şimdiye kadar yapılan bütün seçimlere baktığınız zaman bütün seçimlerde AKP şu veya bu biçimde mutlak anlamda hileyle, hırsızlıkla, şununla bununla iktidara gelirdi. İktidarını bununla sürdürürdü. Bu, AKP iktidara geldiğinden beri yürütmüş olduğu bir politikadır. Hiçbir zaman bundan vazgeçmedi. Ve seçime girmeden önce de bütün yasaları kendi mevcut durumuna göre ayarlayarak avantajlı bir şekilde seçimlere girerek seçimleri kazanırdı. Bu seçimde de böyle bir şey yaptı. Ama bu seçimde tutmadı. Fakat bu ilk değil...

7 Haziran seçimlerini dikkate aldığımızda burada da çok önemli bir örnek karşımızda duruyor. 7 Haziran seçimlerinde bu yerel seçimlerden çok daha derin bir yara aldı. Belki burada bazı belediyeleri kaybetti ama daha iktidarda olmanın avantajlarını yaşıyor. Fakat 7 Haziran seçimlerinde direk olarak iktidardan düştü. İktidarı kaybetti. Fakat iktidarı kaybetti ancak 7 Haziran seçimleriyle değil sonraki gelişmeler dikkate alındığında nasıl bir yaklaşım içerisine girdiği bunun içinde bir örnek sayılabilir. Öncelikle hemen seçimin sonuçlarını red etme biçiminde değil de bazı taktik yaklaşımlarla siyasete yön vermek, demogojik bir takım yöntem ve taktiklerle muhalefeti oyalamak, boşa çıkarmak ama bununla birlikte de devletin en gerici kesimiyle geliştirmiş olduğu ilişkiler ve bu ilişkilere dayalı faşistleşme süreci Haziran seçimlerinden sonraki seçimde tekrar yeniden iktidara gelmesini sağladı. Bunun bence göz ardı edilmemesi gerekiyor

 O zaman mevcut rejim yerel seçimlerdeki kayıplarını da dikkate alarak acaba gerçekten demokrasiye yönelme gibi bir sonuç mu ortaya çıkaracak yoksa yeniden Haziran seçimlerinden sonra yaptığı gibi daha da gericileşerek, daha da saldırganlaşarak, kendi iktidar bileşenlerini daha da faşistleştirerek ve bir yandan toplumu demogojiyle oyalama, kandırma gibi bir taktik uygularken diğer tarafta da bazı saldırılarla bunu boşa mı çıkarmak isteyecek? Bu elbette ki önemli bir gelişmedir.

MEVCUT İKTİDARIN SEÇİM ÖNCESİ VE SONRA YAPTIKLARI BUNDAN SONRA YAPACAKLARINI GÖSTERİYOR

Rejimin karakterine baktığımız zaman, mevcut Türkiye’deki AKP-MHP iktidarının karakterine baktığımız zaman bunun karakterinde gerçekten demokratik bir nüve yoktur. Yani toplumun istediklerini, toplumun arzularını çok fazla dikkate alan bir zihniyetleri de yoktur. Bunu seçim sürecinde zaten ortaya koydular. Beka sorununu gündeme getirerek yalan yanlış , demogojik bir sloganla toplumu adeta sanki Türkiye’de gerçekten bir beka sorunu varmış gibi mevcut iktidarın etrafında kenetlenmeye zorladılar. Fakat bu sefer bu tutmadı. Diğer seçimlerde bu çok tutuyordu fakat bu sefer tutmadı. Ancak mevcut iktidar bundan sonra ne yapacak sorusu bence önemlidir.

Şimdi mevcut duruma baktığımız zaman öyle sonuçları gerçekten de mevcut iktidarı kabul etmiyor. Yani kabul etmemiş bir durum, vaziyettedir. Bütün hileyi hurdayı kendisi yapmış olduğu halde ki Kürdistan bunun en büyük örneğidir, yani Kürdistan’da yapılanlar, uygulananlar bunun en açık örneğidir. Seçimden önce bütün yasaklamalar, tutuklamalar, yine göçertmeler yani yapılan bütün uygulamalarla aslında HDP’nin Kürdistan’da seçimi almaması için gereken bütün tedbirleri almıştı. Özellikle de kaydırmalarla Şırnak gibi ve benzeri birçok alanda bu uygulamalarla oralarda adeta kesin bir zafer kazanmanın tedbirlerini almıştı. Ve burada çok fazla sonuç elde edemedi ama seçimden sonrasına baktığımız zaman, seçimden önce yaptıkları ve seçim sonrası yaptıklarını yan yana getirdiğimizde bu, iktidarın mevcut karakterini ve bundan sonra da ne yapacağını bize gösteriyor. Mesela HDP’nin birçok yerde kazanmasına rağmen kesinlikle kazandığı yerlerin alınıp ya AKP’ye ya MHP’ye verilmesi yine birtakım hukuksuz yaklaşımlarla birçok belediyenin elinden alınıp yine iktidara devredilmesi, çok şahibeli olan yerlerde başvurulara rağmen YSK’nin bunu kabul etmemesi, reddetmesi adeta her şeyin mümkün olduğu kadar AKP-MHP iktidarına devredilmesi biçiminde olduğu bir siyaset izlendi.

İKTİDAR BÜYÜK BİR TOPLUMSAL KATLİAM GERÇEKLEŞTİRİYOR

Dikkat edilirse HDP’nin Kürdistan şehirlerinde yaptığı itirazların hiçbirisi kabul edilmedi. HDP’nin kendisinin bizzat almış olduğu yerlerde bütün ayak oyunlarına rağmen iktidarın ele geçiremediklerinin YSK’nin çeşitli yetkilerine dayanarak bunu iktidara devrettiği görüldü. Birçok yerin devredildiği görüldü ve HDP’nin itirazları kabul edilmedi. O zaman Kürdistan’da iktidarın yaklaşımları belli. Terörizmle mücadele adı altında büyük bir toplumsal katliamı gerçekleştiriyor. Ve bu toplumsal katliam politikasından çok fazla vazgeçmiş değil. Kürt düşmanlığı politikasını her alanda uyguladığı gibi, bu alanda da seçim ekseninde ve seçimin sonuçlarına dayalı olarak aynı politikayı güdüyor. Yani bu politikasından kesinlikle vazgeçmiş değil, bugün yapılan tartışmalarda da bu kesinlikle görülebilir.

O zaman burada rejimin seçimin doğal sonuçlarını kabullenmediğini, ortaya çıkan sonuçları teslim etmediğini, birçok şeyi de gasp ettiğini ve bundan sonra da ne yapacağı konusunda ciddi ipuçları veren bir politikayı ve söylemi esas aldıklarını rahatlıkla görebiliriz. Nedir bu? Daha da gericileşerek, daha gerici bir yasal anayasal düzen kurarak, daha çok baskı ve şiddet uygulayarak, toplum üzerinde daha çok şiddet geliştirerek, daha egemen bir siyaseti gütme olasılığı oldukça yüksek bir durumu ifade ediyor. Benzeri durum Türkiye içinde geçerlidir. Belki Türkiye’de bunu Kürdistan’daki kadar açık yapamıyor, çıplak yapamıyor ama Türkiye’de yapmış oldukları da bundan çok farklı değildir.

Gerek seçim süreci gerek seçimden sonraki bütün iktidar kanadının yapmış olduğu açıklamalar ve girişimler dikkate alındığında bunu Türkiye içinde rahatlıkla görebilirsin. Özellikle de muhalefetin kazanmış olduğu yerlerin adeta şaibeli bir kazanım olduğunun sürekli toplumda propagandasını yapmak ve YSK ve değişik yollardan itirazlarda bulunmak, bunu sürekli bu şekilde gündemde tutmak sonuçlara karşı çıkmanın bir yoludur orada. Kürdistan kadar çıplak ve zorla değil, çünkü Kürdistan deyince biraz daha farklı Türkiye cephesi bu konuda, adeta ittifak halinde orada olup bitene göz yumabiliyor. Ama Türkiye’de olduğu zaman bu kadar çıplak yapamıyor. Çıplak yapamadığı için de bu tür yollara başvuruyor.

İstanbul seçimlerinin ve sonuçlarının tartışma süreci ve bu sonuçlar kesinlikle bu niyeti ortaya koymuştur. Yani seçimin sonuçlarını kabul ederek Türkiye’de daha yeni arayışlar, daha demokratik arayışlar ya da ortaya çıkan seçim sonuçlarının zorunlu kıldığı bir takım değişimlere yönelmekten çok bunları daha ziyade bir şaibe olarak göstermesi, esas gerçeğin kenidisinde olduğunda adeta ısrar eden bir yönetim biçimi, iktidar biçimi vardır. Bu iktidar biçimi bundan sonraki yaklaşımlarında elbetteki bunu esas alacak. Burada mevcut politikada bir değişikliği beklemek çok zordur. Neticede şimdiye kadar yapmış olduğu açıklamalar da bunu gösteriyor.

ERDOĞAN’IN ‘YA VAR OLACAĞIZ YA ÖLECEĞİZ’ SÖZÜ STRATEJİK BİR SÖYLEMDİR

Şimdi Türkiye’de bir tartışma var, Erdoğan’ın basit bir takım yaklaşımlarından bazı sözleri cımbızlayarak sanki olumlu gelişmelere yol açacakmış gibi umutlanan bir kesim var, bir yaklaşım var. İşte 82 milyonu kucaklamak, 82 milyonun birliği gibi bir takım laflar çok aşırı bir biçimde abartılı bir yoruma tabi tutularak sanki bir politika değişimi oluyormuş gibi bir yaklaşım ortaya çıkarılıyor. Halbuki bu çok sakat bir yaklaşımdır. Burada kastedilen gerçekten de mevcut iktidarın siyasetindeki bir değişiklik değildir. Burada kastedilen mevcut ortaya çıkarılan kazanımları ortadan kaldırıp iktidarın daha da gericileşmesini sağlayan bir durumdan söz edilmek isteniyor. Onun için en temel söylemlerinden şu bence çok önemli; ‘’ya var olacağız ya öleceğiz’’ sözü bence daha stratejik bir söylemdir. Yani 82 milyonun birliği ve diğer söylemler değil de bundan bazı sonuçlar çıkarmak lazım. Bu tam da hem rejimin karakterini belirleme açısından çok önemli bir söylemdir, hem de güdeceği siyasetten dolayı. Kısaca bunu söyledi “ya var olacağız ya öleceğiz” biçiminde; yani “ya iktidarda kalacağız, bu mevcut ittifak biçimiyle (kurdukları rejim biçimiyle) ya iktidarda kalacağız ya da öleceğiz” biçiminde bir tespitte bulunmuştur ki bu gerçek siyasetini ortaya koyar. Bu temelde yaklaştığımız zaman bu siyaseti bu temelde yürüteceklerinin diğer verileriyle birleştiğinde bir takım taktik söylemlere, demogojik söylemlere kesinlikle aldanmamak gerekiyor.

KÜRT TOPLUMU DEMOKRAKİ MÜCADELESİNDEKİ MEVZİSİNİ KORUMUŞTUR

Daha önce bu konuda yapılan yanlış siyasetlerin bedeli ödendi. Özellikle de 7 Haziran seçimleri çok önemlidir. 7 haziran seçimlerinde muhalefetin yapmış olduğu siyaset dikkate alınırsa, siyaset yapma biçimi dikkate alınırsa, yine mevcut muhalefetin bir koalisyon çalışmaları için iktidara zaman kazandırma siyasetinin nelere yol açtığı çok iyi izlenirse ve iyi bir sonuç çıkarılırsa, burada da benzeri bir taktik izlenmek isteniyor. Onun için de tekrar buna müsade etmemek gerekiyor. Yani bu iktidarın karakteri konusunda çok net bir duruşa sahip olmak gerekir.

 Özet olarak şu rahatlıkla söylenebilir; gerçekten seçimde büyük sonuçlar alınmıştır. Çok ciddi sonuçlar elde edilmiştir. Kürdistan’da toplum üzerindeki baskıların sonuç vermediği ortaya çıkmış, Kürdistan’da yürütülen bütün işkencenin, vahşetin, barbarlığın sonuç vermediği ortaya çıkmış, kayyum politikaları boşa çıkmış bütün ayak oyunları ve düzenbazlığa rağmen Kürt toplumu demokrasi mücadelesindeki mevzisini kesinlikle korumuştur. Ve sonuçlar da ortaya çıkmıştır. Türkiye’deyse 15-16 yıldır iktidarda olan AKP’nin yerel yönetimler düzeyinde ciddi darbe aldığı bir seçim sonucu ortaya çıkmıştır. Bu Kürdistan’la birleştiğinde bir demokrasi mücadelesi, birikiminin olduğunu mevcut yönetimden rahatsız olan büyük bir toplumsal kesimin ortaya çıktığını insan rahatlıkla söyleyebilir. Ve bu anlamıyla da büyük bir gerileme vardır.

DEMOKRASİ MÜCADELESİNİN BİRİKİMLERİ VARLIĞINI NASIL SÜRDÜRECEK?

Şimdi burada esas soruna geliyoruz. Burada ortaya çıkmış demokrasi mücadelesinin birikimleri nasıl kendisini örgütleyerek mücadelesine süreklilik katarak varlığını sürdüreceklerdir? En önemli sonuç budur, geçmişte olmayan da budur. Gezi’de, 7 Haziran seçimlerinde olmayan da buydu ve bunu sürdüremedikleri için kazanılan mevziler kesintiye uğradı. İktidar da buradan güçlenerek giderek gericileşti.

İkincisiyse mevcut iktidarın, daha da gericileşmesi konusunda geliştireceği siyasetleri çok iyi izlemek gerekiyor. Zaten mevcut iktidar ne zaman kendi egemenliğinde bir gerileme yaşıyorsa, bu yaşamış olduğu gerileme dönemlerinde mutlaka yasaları kendisine göre ayarlayarak kendisini güvenceye alarak yol almak istiyor. Türkiye’deki AKP iktidarının gerek iktidar oluşumu, yasalar oluşumu, anayasalar oluşumuna dikkat ettiğin zaman bunu çok rahat görebilirsin. Sürekli yasaları ve anayasayı kendi siyasi durumuna göre güncelleyerek, iktidarda kalmanın tedbirlerini alarak yol almak istiyor. Şimdi bunu çok net yapıyor. Ve buradan elde ettiği sonuçla toplum üzerinde istediği gibi terör estirerek buna da hukuksal bir kılıf uydurabiliyor. Bu seçimden sonra yerel yönetimleri kaybetmesinden sonra Türkiye’de tartışılan ve çıkarılması düşünülen yasalar dikkate alındığında aynı şeyi yaptığını söyleyebiliriz.

 Mesela şimdi ne diyor Bahçeli; yerel yönetimlerin ve bu konuda seçimlerin yeniden gözden geçirilmesi ve belli bir sistemin kurulmasından bahsediyor. Bunu söylerken büyükşehir belediye başkanlarının sadece seçiminin yapılması ve il, ilçelerin bunlar tarafından atanması biçiminde bir şey öneriyor, yani nerede kaybediyorsa orada bir merkezileşme yaratıyor. Halbuki mevcut belediyeler, yerel yönetimler demokrasinin ve kamunun iç içe olduğu yerlerdir. Buranın çok fazla merkezileştirilmesi söz konusu olamaz. Ama burada belirli bir merkezileşme yaratılmak isteniyor.

Yine mevcut AKP içerisinde tartışılan bu yerel yönetimler ve belediyelerle ilgili yeni süreçler vardır. Mesela belediye yönetimlerinin belediye meclislerine bırakılması, yine belediye başkanlarının yetkilerinin sınırlandırılması, belediyenin ekonomik gelir alanlarının daraltılması politikası ve onlardan alınmış yetkilerin daha çok mevcut iktidarı temsil eden odaklar arasında paylaşılması bunu ifade ediyor. Geçmişte iktidar seçimlerinde bu durumları dikkate alarak yapmış oldukları düzenlemelerle bu rejimi kurdular. Başkanlık sistemi ve tekleşme rejimini kurdular. Bu, seçimler sürecinde yaşamış olduklarının bir pratik sonucuydu ve kendisini buna zorunlu gördüler. Ama bugün yerel yönetimlerde ortaya çıkan duruma bakınca bu sefer de sadece siyasal anlamda değil belediyeler ve yerel yönetimlerde de giderek faşistleşen, despotikleşen ve mevcut iktidara bağımlı kılan, iktidarın hakimiyeti altında tutan bir siyaseti güdüyorlar. Bunlar çok önemli tartışmalardır.

MUHALEFET MEVCUT DURUMU İYİ DEĞERLENDİRMELİ, BU TEMELDE YÜRÜMELİDİR

Şimdi burada esas olarak bunların tartışılması gerekir. Muhalefetin yaklaşımında genelde Türkiye’de demokrasi cephesini, demokrasi mücadelesi verenlerin yaklaşımında bu konuda sorunlar var. Geçmişte olduğu gibi hatalı bir yaklaşım söz konusu. Mevcut iktidarın karakterine göre neler yapabileceğini öngörerek mücadele etmek, direnmek, örgütlenmek ve mücadelesine süreklilik katmak, demokrasi cepheleri oluşturarak süreçte kazanımları korumak gibi bir siyaseti yapmak yerine kazandıklarıyla yetinmek, kazandıklarını sadece elde tutabilmenin çabası içerisine girmekle kendisini sınırlayan ama mevcut iktidarın toplumda yaratmış olduğu algıya karşı bir hassasiyet adı altında demokrasi mücadelesinin birçok gerekliliğini görmezlikten gelen bir siyaset güdüyor.

 Eğer böyle devam ederse mevcut yerel yönetimlerde MHP ve AKP’nin politikaları bellidir. Şimdiye kadar iktidarda ne kadar tekleştiyse bu alanda da tekleşerek bu alanı da aslında kendisine tabi kılacaktır. Yerel yönetimlerde kaybetse bile bu iktiara bir zaafiyet yaratmayacak bir yasal düzenlemeye tabi tutacaktır. Daha önce iktidar bu konuda oldukça merkezileşti. Türkiye’nin en gerici, en faşist kesimlerini, en kanlı kesimlerini bir cephede birleştirerek bir iktidar kurdu, bunun rejimini kurdu. Bugün AKP, MHP, Ergenekon ve benzeri birçok çevreler özellikle geçmişten beri en katliamcı rol oynayan kesimlerin bunun içerisinde yer aldığı bir rejim kurdular. Ve bunu anayasal bir rejime dönüştürdüler. Siyaset tamamen merkezileşti. Bu kadar merkezileşmiş siyaset yargıyı da, hukuğu da kendisine bağımlı kıldı.

Bugün Türkiye’de tam bir hakimiyet var, tam bir siyasal hegemonya var, faşist bir hegemonya vardır. Düşünüldüğü gibi bir yargı sistemi yok, bir hukuk sistemi yok. Bugün yargının durumuna baktığın zaman mevcut iktidarın talimatları dışında bir şey yaptığı yok. Sadece onun dediklerini yapan bir pozisyona gelmiştir. Ordu da aynı biçime denetlenir bir pozisyondadır. Her şey bu konuda merkezileştirilmiştir. Burada artık devletin kendi merkezileşmesi için kurduğu sistemin tüm merkezileşmelerine rağmen birçok toplumsal alan ve toplumsal alana hitap eden kuruluşların bu seçim sonucunda adeta iktidar istemeyen boyutunun ortaya çıkması mevcut iktidarın bu alanlara yönelmesi gibi bir sonuç ortaya çıkaracak. Bu sonuç çok tehlikelidir. Bu sonuç giderek demokrasinin en ufak zerresinin kalmadığı, toplumsal özgürlüklerin zerresinin kalmadığı, hiçbir hakkın kalmadığı sonuçlara götürebilecek yeni düzenlemeler ortaya çıkarabilir. O zaman Türkiye’deki muhalefet mevcut durumu değerlendirmelidir, çok çok iyi değerlendirmelidir fakat iyi bir demokrasi mücadelesinin neyi gerektirdiğini çok iyi kavrayarak bu temelde yürümesi gerekiyor.

İKTİDAR MUHALEFETİN KENDİSİNE TABİ OLMASINI İSTİYOR

Sadece bir seçimle, seçimin sonuçlarıyla ilgili yaklaşım yeterli değil. Demokrasi mücadelesinin kriteri bu değildir zaten. Ama bakıyoruz yanılgıya düşülmüştür. Sanki İstanbul CHP’ye verilirse, ya da birkaç il CHP’ye verilirse iktidar baş aşağı gidip yıkılacak ve böylece de muhalefet iktidara gelecek gibi bir sonuç ortaya çıkarılıyor. Bu yanılgılı bir yaklaşımdır. İkincisi, mevcut elde edilen mevziler risk altında, ne kadar küçük ve sıradan mevziler olursa olsun, bu konuda bunları doğru sahiplenip bunları demokrasinin değerleri haline getirerek bunun üzerinde demokrasi mücadelesi yürütmek yerine, bunlarla mevcut iktidarla uzlaşmak gibi bir söylem düzeyi ortaya çıkıyor. İkinci tehlikeli şey budur.

 Erdoğan’nın 82 milyonu kucaklamasının herkes tarafından abartılı yoruma tutulması bu saflığın ifadesidir. Erdoğan politika değiştiriyor, Erdoğan kapsayıcıdır gibi düşünceler ya da muhalefetin bir kısmının büyük beklentiler içerisine girmesi bunun yanlışıdır. Peki mevcut rejimin böyle bir değişiklik şansı var mıdır? Kesinlikle yoktur. Yani 82 milyonun tamamını kucaklayabilecek bir politikayı geliştirebilir mi, geliştiremez. Çünkü kurmuş olduğu rejim buna müsait değil. Başkanlık sistemi, anayasası, faşist rejim, yönetim biçimleri, ittifak biçimleri buna müsait değildir. Burada kastedilen 82 milyon, muhalefetin iktidara tabi olması anlamına gelen bir durumdur.

Neticede sonraki söylemlerinde bu da ortaya çıktı. O zaman bunlardan sonuç çıkarmak mevcut iktidarla uzalaşmanın yollarını aramak doğru değil. Ben burada uzlaşma olmaz demiyorum. Bu da demokrasi mücadelesinin bir taktiği olabilir. Bu da bir yaklaşım olabilir ama şartlar buna ne kadar müsaittir? Şartların çok müsait olmadığını düşünüyorum. İktidarın niyetinin de böyle olmadığını düşünüyorum. İktidar daha çok önceden yapmış olduklarını yineliyor. Daha önce nasıl ki muhalefeti oyalayarak, zamana yayarak kendi gerçek siyasi suretini saklayarak amacına ulaşmanın taktiğini uyguladıysa; şimdi burada da yapıyor. Bu mevcut taktiğin nereye gideceğini önümüzdeki dönemde göreceğiz. Gerçekten bu söylemler 82 milyonu kucaklayacak bir dönüşüme mi yol açacak yoksa 82 milyon üzerinde tekleşmiş bir iktidar mı ortaya çıkacak daha baskıcı bir iktidar mı ortaya çıkacak bunu göreceğiz. O zaman muhalefetin buna çok dikkat etmesi gerekir.

 GERÇEK ANLAMDA DEMOKRASİ MÜCADELESİ VERMEK LAZIM

Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasi mücadelesi vermek lazım. Bir demokrasi programına sahip olamyan, demokratik örgütlenme birliğine sahip olmayan, demokrasi mücadelesinin her alanında yürütülmesinin temsilini oluşturmadan sonuç almak çok mümkün değildir. Sadece uzlaşma yoluyla mevcut iktidara karşı demokrasi mücadelesi verilemez. Türkiye’deki mevcut rejim bu kadar faşistleştikten sonra sadece uzlaşma yolları, bu yolların arayışıyla demokrasi mücadelesinin gelişme şansı yoktur ki zaten bu durum ortadadır. Uygulaması, söylemleri ortadadır. Yaptıkları ortadadır. İcraatları ortadadır. Onun için Türkiye’de ortaya çıkan, toplumun mevcut iktidara olan rahatsızlığı ve o rahatsızlığın ortaya çıkardığı potansiyelin avantajlarını çok iyi kullanarak bunların çok ciddi bir şekilde bir toplumsal muhalefete, bir demokrasi muhalefetine dönüştürülmesi gerekiyor. Bunun da yolunun doğru belirlenmesi gerekiyor. Geçmişte Gezi Eylemleri’nden, 7 Haziran seçimlerinden sonuçlar çıkartarak yaklaşımın bu konuda çok net olması gerekiyor.

Mevcut rejim çökmüş durumda, rejim diye bir şey yok aslında. Bizim devlet diyebileceğimiz, siyasal bir rejim anlamında oratada böyle bir rejim yok. Sadece; faşist bir kliğin biraraya geldiği, iktidarı gasp ettiği ve günübirlik olarak istediği gibi her şeyiyle oynayan bir iktidar biçimi var. Yani şöyle bir şey yok; Türkiye’de anayasa değişti, başkanlık sistemi geldi, yeni bir rejim kuruldu. Onu daha kuramadılar. Geçmişi reddettiler. Geçmişi yok ettiler ama yenisini de kuramadılar.

Ortada olan ne? Çok gerici kesimlerin kendi çıkarları temelinde yan yana gelerek bir iktidar gaspları söz konusudur. Bu iktidar gaspını yalanla, demogojiyle, baskıyla, zorla, hırsızlıkla, gaspla yürütüyorlar. Günlük olarak neye ihtiyaç duyuyorsa onun yasasını çıkarıyor. Neye ihtiyaç duyarsa onun kanununu çıkartıyor. Neyi kendisine karşı görürse onu yok edebilen bir serbestlik içerisinde. Hak, hukuk, kanun, yasa hiçbir şey yok. Bu anlamıyla zaten tam bir boşluk var. Türkiye’de ciddi bir boşluk var.

İçeride böyle bir siyaset uygularken doğal olarak uygulamış olduğu siyasetin dış politikası da bundan çok farklı olamaz. Dış politikası da benzer bir biçimde gelişecektir. Dış politikası zaten başından beri defalarca iflas etmiş bir politikadır. İçeride biraz daha rahattır. İçeride bir biçimiyle iktidar ve iktidarın zor araçlarını elinde tuttuğu için toplum üzerinde istediği hakimiyeti kurabiliyor. Tutuklamalarla baskılarla bir biçimiyle kurabiliyor. Bunu havuz medyası kanalıyla toplumdan da gizleyebiliyor, aldatabiliyor. Yine mevcut ekonomik çöküntünün gelmiş olduğu düzeyi saklayabiliyor, gizleyebiliyor bütün bunları. Ama ne kadar gizlerse gizlesin Türkiye’de bu anlamda sorunun giderek derinleştiğini, sistemin mevcut kontrolünü kaybettiğini, bütün egemen ve hegemon yaklaşımlarına rağmen toplumda demokrasi arayışlarının hızla geliştiğini, sistem arayışlarının hızla geliştiğini kesinlikle görmek gerekir.

SİYASAL, TOPLUMSAL VE EKONOMİK BİR KRİZ YAŞANIYOR

Burada, içeride ciddi bir kriz yaşandığını söyleyebiliriz. Siyasal, toplumsal, ekonomik bir kriz yaşadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Benzeri durum dışarıda da geçerlidir. Şu an geçmişteki kadar avantajlı değil mevcut iktidar. Özelde de AKP-MHP iktidarı on beş yıllık süreç içerisinde kullanmış olduğu referansların tümünü tüketti. Toplum üzerinde algı yaratabilecek taktiklerini de tüketti büyük ölçüde. İşte bu seçimde tutmadı. Dikkat ederseniz geçen seçimlerde, 7 haziran seçimlerinde terörü bahane gösterdi. Polislerin ölümünü bahane gösterdi. Başka bir seçimde Rojava’daki durumu gösterdi. Bunlarla toplumda bir alt üst oluş yarattı. Türkiye toplumu buna çok müsaittir. Sürekli bir milli tehlikenin, bir ulusal tehlikenin, bir ulusal bekanın olduğu durumuna dayalı olarak siyaset yaparak topluma hakim oldu.

AKP-MHP’NİN TAKTİK HAMLE YAPACAK ARGÜMANI KALMADI

 Şimdi hem bu alanlarda taktik hamle yapacak bir argümanı kalmadı, hem de toplumun artık eskisi gibi bu argümanları ne kadar kabul edeceği artık tartışma konusudur. Bu seçimde de aslında ya savaş çıkarırdı, milli birlik adı altında mevcut AKP iktidarını desteklerdi o da icraatlarına devam ederdi. Ya da başka bir çözüm bulurdu. Bir yere saldırmanın, bir yere savaş açmanın ya da şimdiye kadar kullanmış olduğu argümanları kullanmanın artık bir şeyi kalmadığı için milli beka diye bir laf attı ortaya.

 Milli beka değişik açılardan insanda algı yaratabilecek bir sözdür. Teröre karşı olarak yorumlarsın, Kürt düşmanlığı olarak yorumlarsın, dışarıdaki güçler, Ortadoğu’daki güçler hepsi Türkiye’ye karşı, hepsi Türkiye’nin canına karşı gibi bir sonuç ortaya çıkarır. Onun için bekada ısrar etti. Şimdi bekada ısrar etti ama bu sadece söylem düzeyiyle sınırlı kalan bir durum, fiiliyat yok. Fiiliyatta bunu ikna edebilecek bir durum yaratamadı. Onun için beka sorunu tutmadı. Toplum nezdinde beka tutmadı. Beka tutmayınca büyük ölçüde ajitasyon, propaganda ve demogojiyle toplumda algı yaratmanın da giderek avantajını kaybetti. Bunların tümünü kaybetti.

ÇİFTE STANDARTLA HAREKET ETMEMEK GEREKİYOR

İçeride kesinlikle yapacağı çok fazla bir şey kalmamış. Eğer doğru temelde bir demokrasi mücadelesi yürütülürse, yürütülecek bu demokrasi mücadelesi mevcut iktidarı çok kısa bir süre içerisinde kesinlikle çok büyük kayıplara uğratabilecek sonuçlar ortaya çıkartabilir. Fakat bu konuda kesinlikle ürkek olmamak gerekiyor. Çifte standartla hareket etmemek gerekiyor. Bugün bakıyorsun Türkiye’de herkes İstanbul’u tartışıyor. Güzel, tartışılması gerekir, elbette İstanbul tartışılmalıdır. Elbette ki hak edene verilmelidir. Elbette ki bu konuda AKP’nin oyunlarına gelinmemelidir. Ama Kürdistan’da yapılanlar dehşet düzeydedir. Bunlar sanki hiç önemli değilmiş gibi seçilmiş belediye başkanlarının elinden belediyeler alınıyor. Meclis üyelikleri alınıyor. İl ilçeler alınıyor. Açık açık bunlar yapılıyor. Kayyumların yaratmış olduğu tahribatlar ortaya çıkmış, bunlar çok fazla işlenmiyor dikkat edilirse. Ama İstanbul esas işleniyor. Böyle bir yaklaşım tehlikelidir.

Türkiye’de AKP’nin belediyeleri gasp etmesine karşı bu konuda ne kadar gündem yaratıyor ve mücadele ediyorsak Kürdistan’da ve diğer yerlerdeki durumları da aynı oranda gündemleştirerek ve bunları birleştirerek bir demokrasi cephesi haline getirmek gerekir. Aksi taktirde çifte standartla olmaz. Onun için de mevcut iktidarın uygulamalarını biraz daha liberalize ederek onunla uzlaşma arayışlarına bunu payende yapmak doğru değil. Kesinlikle böyle yaklaşmamak gerekiyor.

TÜRK DEVLETİNİN BÖLGESEL VE ULUSLARARASI SİYESET YAPACAK GÜCÜ KALMADI

İçeride böyle bir durum yaşanırken zaten dışarıda sonuçları siyaseten ortadadır. Seçimin arefesinde de mevcut iktidarın yerel yönetimlerinin birçoğunu kaybetmesinin uluslararası ve bölgesel yorumları ortaya çıktı. Zaten eskiden de çok fazla bir şey yoktu. Mesela bölgesel düzeyde Türkiye’nin ittifak yapabileceği kimse kalmış mıydı? Yok. Bir tek Rusya’yla, o da ölmüne çıkarlar konusunda bir taktik ittifaktır, gel gitler yaşıyor. Onun dışında bölge devletleriyle, hiç kimseyle doğru dürüst ilişkisi yok. Herkesle kanlı bıçaklı bir haldedir. Burada iflas etmiştir.

Yine Amerika’yla, Avrupa’yla çelişkileri ortadadır. Bütün çabaları dış ilişkilerde bir çıkmaz içerisindedir. Ya Afrika’nın çok geri ülkelerinde, ya da devrilmeyle karşı karşıya kalmış diktatörlüklerle bir takım ilişkileri vardır. Onlar da birer birer gidiyor. Bu seçimle birlikte elbetteki AKP’nin kopmuş olan bu uluslararası ve bölgesel ilişkileri çok daha fazla onu dezavantajlı bir duruma getirecektir.

 Yani eskisi kadar güçlü değil, gücünü kaybetmiş, ekonomik, siyasi ve toplumsal krizlerle karşı karşıya olan bir siyasal gücün bölgesel, uluslararası durumu da buna göre şekillenir. Onun için de şu anda zor durumdadır. Mevcut eldeki ilişkilerle çok yol alamıyor. Avrupa’yla ilişkilerini geliştirecek bir ön açıcı durum söz konusu değil. Yine Rusya ve Amerika arasında ne yapacağını bilmez bir durumdadır. Yani ikisinin ortasında gerçekten tam bir tıkanıklık yaşıyor. Rusya’yı bırakıp Amerika’ya gidemiyor, Amerika’yı bırakıp Rusya’ya gidemiyor. Bunu şununla ifade ediyor; “işte herkesle eşit düzeyde ilişki kuran bir politik zenginleşme” diye ifade ediyor. Aslında yalan söylüyor. Böyle bir ilişki biçimi olabilir ama Türkiye’nin devlet kapasitesi bu tür ilişkilere çok müsait değil. Bu tür ilişkileri güçlü devletler yürütebilirler.

Türkiye gibi sürekli bağımlılık temelinde şekillenmiş bir ülkenin iki süper güçle eşit düzeyde ilişki kurarak siyaset yapması, diplomasi yapması kolay değildir. Özellikle de böyle bir sürece girerse, bu iki süper gücün birbiriyle rekabetinin yaşanmış olduğu bir alana dönerse bunu hiç kaldıracak durumda değildir. Yani Amerika’yla Rusya’nın rekabetinin merkezileştiği bir Türkiye olarak düşünürsen bunu da kaldırabilecek düzeyde değildir. Öyle bir durumdadır ki yürütmek istediği siyaseti yürütemiyor, bir tercih yapmak durumunda kalıyor. Ya Amerika ya Rusya. Ya da bu konuda denge durumu ortaya çıksa bile, bu yaratmış olduğu denge her iki güçle ilişkiyi sürdürme biçiminde bir sonuç ortaya çıkarsa bile bu iki süper gücün rekabet sahası olarak Türkiye’nin bundan sonra sürekli bu haliyle, sürekli krizsel haliyle ya Rusya ya da Amerika tarafından sürekli bir itirazla karşı karşıya kalan bir çıkmaza sokar ve öyle de oluyor.

Diğer tarafta Rojava üzerinde yürütmüş olduğu politika var, İdlib politikaları var. Bunlar da artık bir son noktaya geldi. Öyle kuru kuru giderim, girerim, vururum şeklinde, kimi desteklerle bazı adımlar atabildi. Ama bugün onu da artık yapamaz bir durumdadır. Eğer onu yapacak bir durumda olsaydı kesinlikle yerel seçimlere bununla giderdi. Türkiye’nin bekasına da bunu oturttururdu. Ama demek ki bu alanlarda da artık çok yapacağı bir şey kalmadı. Ve şu anda kesinlikle bir bölgesel siyaset, bir uluslararası siyaset yapamıyor artık. Bölgesel ve uluslararası siyaset yapamadığı için bu onun uluslararası ticaretine de yansıyor, ilişkilerine de yansıyor. Bu konuda çok ciddi bir daralma söz konusudur.

TÜRKİYE BİR HESAPLAŞMA AREFESİ İÇİNDEDİR

Son dönemlerde yeni bir takım ipuçları ortaya çıkıyor. Bakıyorsun hem Amerika hem Rusya konusunda daha taktik yaklaşımlarla durumu kurtarmaya çalışan bir yol nasıl bulurum arayışı var. İran’la belirli ilişkileri geliştirme arayışı var. Son dönemde yine Irak’la ve Suriye’yle ilişkileri geliştirme yönünde bir takım belirtiler ortaya çıkıyor. Acaba bu belirtiler gelecekte Türkiye’nin siyaseti mi olacak yoksa bu sadece bir arayış olarak mı kalacak? Bu haliyle bu düzeyde bunu bir siyasete dönüştürmesi mümkün değildir. Kerkük’ten hemen sonra Güney Kürdistan üzerinde ambargolar uygulamak, kapıları kapatmak, ekonomik ambargo, siyasi ambargolar oluşturmak, her tarafa saldırırım, her tarafı bombalarım gibi politikalar gütmek, herkese meydan okumak gibi bir siyasetle aslında çok büyük kayıplara uğradı.

Son dönemlerde bakıyorsun Irak’la kardeşlik politikası, Güney Kürtleriyle yeniden kardeşlik politikası alttan alta Esad’la yeni kontak arayışları gibi bir siyaset güdüyor. Şimdi bu siyasetin çok tutacağı yok. Bölge ülkeleri de aptal değil. Türkiye’nin bu on yıllık süreç içerisinde yaptıklarını hiç kimse göz ardı edemez. Güvenilmezliğini her biçimde ortaya koydu. Rusya’da ona güvenemez, artık Amerika-Avrupa’da güvenemez. Çünkü yaptıkları bellidir. Gütmüş olduğu siyaset bellidir. Bölge devletleri de bu konuda inanmaz. İran ne kadar güvenebilir? Irak ne kadar güvenebilir? Güney Kürdistan buna ne kadar güvenebilir? Şimdiye kadar yedi defa Beşar’ı devirmek, Suriye Rejimi’ni devirmek isteyen bir Türkiye’ye gerçekten rejim ne kadar güvenebilir?

O zaman siyaset değiştirmek sanıldığı kadar kolay değildir. Bu o kadar kolay değilse gerçekten ne yapacağını kestirmek oldukça zor. Hangi siyaseti güderse gütsün bundan sonra ister varolanı devam ettirme biçiminde isterse yeni değişiklikler biçiminde siyaset yapsın kesinlikle bunun bedellerini ödeyerek yol alacaktır. Bunun bedellerini ödeyecek ve bunun bedelleri şu veya bu biçimde kısa ve orta vadede kesinlikle ortaya çıkacaktır. Ama kazanma şansının kesin olduğunu düşünmüyorum ve seçimler sonrası dünya basınına baktığın zaman da aslında bu konuda yorumlar oldukça açıktır.

Mevcut Türkiye’de Erdoğan rejiminin seçimlerle büyük darbe aldığını, eskisi kadar güçlü olmadığını, eskisi kadar güç kullanamayacağını, eskisi gibi toplumun gücüne kendisini dayandırarak ifade edemeyeceği yönünde bir genel yaklaşım vardır. O zaman ekonomik krizi tescillenmiş, toplum üzerindeki otoritesi sarsılmış, siyasal-diplomatik olarak yapacağı çok fazla bir şey kalmamış bir Türkiye’yle karşı karşıyayız. Türkiye hem kendi içerisinde hem de uluslararası düzeyde bir hesaplaşmanın arefesi içerisindedir. Bunu öyle kolay kolay atlatamayacaktır. Bunun hem içeride hem dışarıda bedelleri olacaktır. Bu bedelleri nasıl göğüsleyecek ve bunu nasıl karşılayacak onu bekleyip görmek lazım.

LEYLA GÜVEN’İN EYLEMİ İNSAN OLMANIN SORUMLULUKLARININ EYLEMİDİR

Leyla Güven’in öncülüğünde gelişen bu süreç oldukça önemli bir süreçtir. Öncelikle son derece meşru ve haklı bir süreçtir. İlk olarak böyle bakmak gereklidir. Yıllardır Önderlik üzerinde devam eden bir tecrit var, baskı var. Bu yürütülen tecrit ve baskının ne hukuki bir gerekçesi var, ne de insani bir gerekçesi vardır. Kesinlikle bugünkü resmi faşist hukuğun bile kabul etmediği bir durumdur bu. Bu durum karşısında Leyla Güven’in böyle bir süreci başlatması oldukça önemli, meşru bir süreçtir. Ama meşru temelde başlatılmış bu eylem, değerlendirilen Kürdistan ve Türkiye gerçeği alanında baktığımız zaman öyle sadece meşruiyeti olan sıradan bir durumla ifade edilebilecek bir eylem de değildir. Hem bireysel meşru yanı vardır hem de Türkiye’deki siyasal rejimin yapısıyla ilgili bir durumdur.

Şimdi Türkiye’de çok ciddi bir demokrasi mücadelesi sorunu var. Deniliyor ki hukuk ortadan kaldırıldı.  Hukuk yok deniliyor, demokrasi yok deniliyor, insan hakları yok deniliyor. Peki Önderlik üzerindeki tecrit Türkiye’deki mevcut ortadan kaldırılan demokrasi uygulamalarının sonuçlarıyla ilgili değil midir? Eğer hukuğun üstünlüğü savunuluyorsa demek ki orada ciddi bir hukuksuzluk var. Hukuğun üstünlüğünü ortadan kaldıran bir uygulama var. Bu o olayın şahsında ortaya çıkmış bir durumdur. Demokrasi deniliyorsa demek ki çok anti demokratik bir uygulama, izolasyon vardır. İnsani şekilde yaklaşırsan bir insana uygulanabilecek en acımasız bir uygulama vardır. O zaman Önderlik üzerinde uygulanan baskı Türkiye’nin toplumsal yapısının üzerinde uygulanan baskının en görünür yanıdır. Bu kadar görünür olması Kürt mücadelesiyle bağlantılıdır, Önderlikle bağlantılıdır. Hem yaratmış olduğu Kürt düşmanlığıyla bu alanda bütün hukuksuzluğu çok rahat uygulayabiliyor ve toplum bu konuda sessiz kalabiliyor. Bu konuda rahatsız olanlar da aman bana bir şey olmasın ya da ismim başka şeylere karışmasın diye kenarda köşede durarak buna karşı sessiz kalıyorlar.

Rejimin Kürt düşmanlığı adeta demokrasi ve hukuk mücadelesi verenlerin bile ses çıkaramayacağı bir duruma getirildiği bir alandır. Kürt düşmanlığı üzerinden uygulanıyor. Burada bir uygulama var, o zaman bu herkes için önemli bir durum. Yani Leyla Güven’in atmış olduğu adım öyle basit bir yaklaşımla, basit bir gerekçeyle ya da tekilleştirerek yorumlanabilecek bir durum değildir. Önderliğe uygulanan gayri insani uygulamalar karşısında bir insani duruşun, insan olmanın sorumluluklarının eylemi olarak olarak ortaya çıkıyor. İki; Türkiye’de gasp edilen hukuğun, ortadan kaldırılan hukuğun, siyasallaştırılıp iktidarın sopası haline getirilen hukuğun gerçek anlamda topluma yeniden kazandırılmasının bir mücadelesi olarak da şekilleniyor. Yine demokrasi ve insan hakları açısından da aynı öneme sahiptir.

O zaman oldukça meşru bir temelde gelişen bu eylem Türkiye’de demokrasi mücadelesinden yana olan ve mücadelesini vermek isteyen herkesin ilgiyle izlemesi gereken, İlgiyle katılması gereken bir durumdur. Onun için de oldukça haklı ve meşru bir eylem olarak karşımıza çıkıyor. Bu önemlidir. Bu eylem karşısında elbetteki belirli bir ilgi var. Kürt toplumunda, giderek Türkiye’nin pek çok kesiminde belirli bir ilgi var. Ama bu ilgi çok yeterli değil. Ya da sanki bir şeyleri destekleme düzeyi ile sınırlı bir durum ortaya çıkıyor. Böyle bir eylem değil bu. Bu eylemin, herkesin kendi düzeyinde katıldığı ve bunu bir demokrasi mücadelesi, hukuk mücadelesi haline getirdiği bir eylem biçimi olarak ele alınıp, etrafında kenetlenmek gerekir.

EYLEME TEMEL YAKLAŞIMDA YETERSİZLİK VAR, KENETLENMEK GEREKİYOR

 Şimdi eylem ciddi bir zemin oluşturdu. Seçimden önce ortaya çıktı ve örgütlü bir biçimde halen devam ediyor. Ve giderek de devam edecektir. Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren hiçbir güç bu kadar örgütlü ve uzun vadeli bir eylem biçimini geliştiremedi. O zaman eğer Leyla Güven böyle bir şeye öncülük etmişse hem Kürdistan cephesinde hem Türkiye cephesinde demokrasi mücadelesi veren herkesin bu eylem etrafında kenetlenerek ve eylemi zenginleştirerek bu konuda sonuç almaya yönelik bir kararlılık göstermeleri gerekiyor. Eylemin meşruiyeti de buna zemin sunuyor. Uluslararası meşruiyeti de buna zemin sunuyor. O zaman eylemin uluslararası yaratmış olduğu meşruiyet ve sempati de çok iyi kullanılırsa bu eylem gerçek anlamda demokrasi mücadelesinin bir eylemine dönüşebilir. Ama eğer böyle bir yaklaşım gösterilmezse Türkiye’deki sorunlar belirli bir merkezden kaynaklandığı halde, sorunlar karşısındaki eylemler bir birinden kopuk biçimde yürütülürse burada kimse çok fazla bir sonuç elde edemez.

İstanbul’da belediyenin İmamoğlu’na verilmemesinin direkt olarak bu eylemle bağını görmek gerekiyor. Sen sadece İstanbul’daki belediyeyi alıp İmamoğlu’na verdiğin zaman sorunu çözemezsin. Vermiş de olmazsın ancak bu iki eylem aynı merkezin ortaya çıkardığı sorunlardır. Ve bu sorunları birleştirerek, isim vermekten korkmadan yaklaşmak gerekiyor. Fakat bakıyoruz böyle yaklaşılmıyor. Kesinlikle böyle yaklaşılmıyor.

Türkiye’de bir muhalefet var. Muhalefet olduğunu söylüyor, demokrasi mücadelesi verdiğini söylüyor. Demokrasi mücadelesi veren muhalefet, Leyla Güven’in eylemine yönelik bugüne kadar en ufak bir açıklama yapmadı. Bir sahiplenme ortaya çıkarmıyor. CHP’si, Saadet’i, İYİ Parti’si, bütün bunlar ve bunların yanındaki sivil toplum kuruluşları bu konuda çok fazla bir duruş ortaya koyamıyorlar. Burada böyle bir durumu yok görüyorlar. Halbuki işin içerisinde eski parlementerler var, partileri var, parti yöneticileri var, belediye başkanları var. Yani yasal insanlar var. Ve bu eylem bir PKK eylemi değil sadece, bu yasal bir eylemdir. Geçmişte parlemento üyesi ve belediye başkanı olmuş birçok insanın içinde yer aldığı eylemleri, demokrasi mücadelesi verdiğini söyleyen bir muhalefetin görmezlikten gelmesi bir tutarsızlığı ifade ediyor. Daha fazla bunlarla birleşerek, kenetlenerek ve gerçek anlamda iktidarın içerisine düşmüş olduğu durumdan demokrasi ortaya çıkarmak gibi bir şansı kullanmak yerine mevcut iktidarın gericiliğiyle uzlaşma potansiyelini daha çok öne çıkaran bir yaklaşım içerisindedir. Bu Türkiye cephesinde, tabi birçok devrimci demokrat kesimi kastetmiyorum, olayı sahiplenenler, ilgi gösterenler, katılım sağlayanlar elbette oldukça yoğundur ama temel yaklaşımda yetersizlikler vardır. Buradan kenetlemek gerekiyor.

ÖNDERLİK ŞAHSINDA UYGULANAN SİYASET TOPLUM KIRIMDIR

Kürdistan’da ise bundan on kat daha fazlası geçerlidir. Sadece Leyla Güven ve arkadaşlarının yürütmüş olduğu mücadeleyle sınırlı sonuçlar beklemek doğru değil. Buna Kürt halkının kesinlikle sahip çıkması gerekir. Karşında; Kürtleri düşman ilan etmiş, kendi bekasını Kürtlerin yokluğuna bağlamış, Kürtlerin tasfiyesi dışında hiçbir şeyi düşünmeyen faşist bir rejim vardır. Bu rejim ciddi bir mücadeleyi gerektirir. Buna karşı ciddi bir direnmeyi gerektirir. Leyla Güven ve arkadaşları bunun adımını attılar. Bu hem Türkiye’de birçok merkezde hem de cezaevlerinde oldukça yaygınlaştı. Uluslararası düzeyde de belirli bir yaygınlık kazandı. Dünya kamuoyunda da belirli bir destek ortaya çıktı. Bunlar çok önemli gelişmeler ama yeterli değildir. Burada toplumun kitlesel olarak bu eylemleri sahiplenmesi gerekiyor. Eğer toplum kitlesel olarak bu eylemleri sahiplenirse, korkusunu aşarsa bunun kesinlikle hem Kürtler için bir varlık, hem demokrasi için bir varlık sorunu olarak görürse kesinlikle sonuç almanın imkanları ortaya çıkmıştır. Eylemin sürekliliği ve örgütlülüğü onlara bu imkanını veriyor.

Ama eğer böyle bir yaklaşım ortaya çıkmazsa bu konuda büyük bedeller ödenir ve süreçte yara almak gibi durumlar da ortaya çıkar. Bu iki alanda bir yetersizlik söz konusudur. Hem toplumsal olarak sahiplenmek, toplumsal olarak sahiplenmeyi bir eyleme dökmek, örgütlülüğe dökmek, hem de Türkiye cephesinde demokrasi mücadelesi veren herkesin bu süreci çok iyi görmesi gerekiyor. Yani Kürt düşmanlığıyla, Kürt tabusuyla hareket ederek demokrasiyi zedeleyecek davranışlar içerisine girmemek gerekiyor. Geçmişte bu hatayı çok yaptılar. Eğer bugün AKP iktidarı bu kadar faşistleşmişse, tekleşmişse bu muhalefetin yanlış siyesetinden dolayı bugün bu noktaya gelindi. Ve bu yanlış siyasette halen ısrar ediliyor. Yani toplumsal sorunlar, anti demokratik uygulamalarda toplumun yanında açıktan yer almaktan çok iktidarla uzlaşıp onu daha çok demokrasiye çekme taktiği çok oportünist bir taktiktir. Oradan sonuç alamaz. Esas olarak demokrasi mücadelesi verenlerin sahiplenilmesi ve onlarla birlikte bu mücadeleyi yürütmekle ancak sonuç alınabilir. Başka türlü sonuç almak kesinlikle mümkün değildir. Bu, Kürt halkı için de geçerlidir. Ben Kürdüm diyen hiçkimsenin bu konuda sessiz kalması düşünülemez.

Elbette ki Önderlik üzerindeki tecrit kabul edilmez. Elbette ki zindandaki uygulamalar kabul edilmez. Ama sadece Önderlik üzerindeki tecritle anlamaya çalışırsak yeterli olmuyor. Bütün toplum üzerinde var. Önderlik şahsında uygulanan siyaset, toplum üzerinde bir kırımdır. Önderlik üzerindeki siyaset görüldüğü oranda toplum üzerindeki kırım anlaşılabilir. Önderlik üzerindeki siyaset boşa çıkarıldığı oranda toplumsal kırım durdurulabilir. Onun için de dikkat edin ne kadar önemsiyorlar. Cezaevlerindeki açlık grevinde, annelerin kendi çocuklarını sahiplenme düzeyinde bir takım yasal, meşru durumlarına bile tahammül edilmiyor. Yaşlı kadınlar dövülüyor, sövülüyor, hakaret ediliyor. Toplumun buna karşı sessiz kalması kesinlikle kabul edilebilir değildir. Ve herkes bu konuda ne gerekiyorsa kesinlikle yapmak zorundadır.