‘Ben kardeşimin bekçisi miyim?’

Kültür aşındığında direniş de zayıflar, kardeşlik unutulur, sorumluluk sırttaki yük misali bir kenara atılır. Her şeye rağmen, “Ben Efrînli kardeşimin bekçisiyim” deyip Deccal’a karşı çıkma zamanı gelmedi mi? 

İnsan ahlaki ve politik nitelikleriyle insandır. Bu nitelikler elbette toplum sayesinde görünür hale gelir. Başka bir deyişle insan toplumla ya da toplumsallaşarak insan olur. Toplumsuz insan, olmayan insandır. Olmak bir farkındalık halidir, kendini bilmektir. Farkındalıktan yoksun insanı, nitelikleri yönünden bir solucandan ayırt etmek zordur. Solucan da canlı bir varlıktır. O da yer, içer, uyur, kalkar, soyunu sürdürmek için üremek ister. Ancak solucan eşref-i mahlukat kategorisine sokulamaz. Sadece insan bu kategoriye girebilir. Çünkü yalnızca insan bir değerler sistematiği etrafında bir araya gelebilir, yalnızca insan manevi değerlere bağlı yaşayabilir. Bu değerlere toplumun kutsalları da diyebiliriz. Kutsallarını yitiren toplum tükeniş yoluna girmiş, kendini savunma yetisini yitirmiş, geleceğini belirsizliğe mahkum etmiş toplumdur. 

İnsanlaşma aklın ürünü olan bir süreçtir. Yani mahlukat içinde insan, aklıyla farkını ortaya koyar. Yine de toplum olmadan akıl gelişemez. Önder Öcalan’ın dediği gibi, toplumun kendisi aklın yoğunlaştığı alandır. Toplumsuz akıl, lanetin hizmetine girmeye yatkın akıldır. Hem ahlak hem de özgürlük seçim yapmakla bağlantılıdır. İnsan aklıyla bu seçimi yapar; aklı sayesinde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güzeli olanı çirkinden, özgürlüğü kölelikten ayırt eder. Ahlaki ve politik toplum tüm değerlerin bünyesinde yoğunlaştığı toplumdur. Aklını şer yolunda değil hayır yolunda kullanan, dolayısıyla tercihini ya da seçimini doğru yapan insanın ahlaki ve politik toplumla bütünleşmesi kaçınılmazdır. Zira hak ve hakikat bu toplumun içindedir. 

Ahlak ve özgürlük sorumluluk ilkesinden ayrılamaz. Toplum bireye, birey topluma karşı sorumludur. Bunun bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi olduğuna kuşku yoktur. Ahlakın temeli bu karşılıklı bağımlılık ilişkisindedir. Bu anlamda insan özgürleştikçe sorumlulukları da büyür. Öyle ki, zamanla tüm evrenin kendisinde dile geldiğini fark eder, kendisiyle evrende ilişkili ve kendisine karşı sorumlu olmadığı tek bir zerrenin bile bulunmadığını görür. Tanrı dahi insanda nefes alır. Toplumsal doğadaki bu bağımlılık ilişkisi kutsaldır, birbirini karşılıklı büyütme ve savunma üzerine kuruludur. Buna karşılık devletçi sistemdeki bağımlılık ilişkisi iğrençtir, küçük düşüren ve insanlıktan uzaklaştıran bir ilişkidir. Bağımlı kılanı firavun ve nemrut gibi göklere çıkarırken, bağımlı kılınanı horlanan ve aşağılanan bir nesneye dönüştürür.

Eski Ahit’te, Tevrat’ta anlatılır: Tanrı, Kabil’e kardeşi Habil’in nerede olduğunu sorduğunda, Kabil öfkeli biçimde bir başka soruyla karşılık verir: “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” Bazı etik felsefecileri, her türlü ahlaksızlığın Kabil’in bu öfkeli sorusuyla başladığını belirtirler. Kabul etse de etmese de, kişi elbette kendi kardeşinin bekçisidir. Ahlakın kökenindeki karşılıklı bağımlılık ilişkisi de bunu gerektirir. “Kardeşimin iyiliği benim ne yaptığıma ya da neyi yapmaktan geri durduğuma bağlıdır. Ve ben ahlaklı bir kişiyim, çünkü bu bağımlılığı tanır ve onun getirdiği sorumluluğu kabul ederim. Bu bağımlılığı sorguladığım ve Kabil gibi neden özen göstermem gerektiğine dair bir sebep gösterilmesini istediğim anda, sorumluluğumu terk ederim ve artık ahlaklı bir kişi olmaktan çıkarım. Kardeşimin bağımlılığı beni etik bir varlık haline getiren şeydir. Bağımlılık ve etik birlikte ayakta dururlar ve birlikte düşerler.” 

Soykırımcı Türk ordusunun Efrîn halkına karşı işlediği insanlık dışı suçlar karşısında Türkiye’de yaşanan tepkisizliğe bakarak bunları yazıyorum. Foseptik çukurunun yanında pir û pak kaldığı Deccal Erdoğan’ın ağzından sel misali kan, kötülük ve sapkınlık akıyor. Aynı Deccal, ünlü şartlı refleks teorisini Türkiye’de bir kez daha başarıyla uygulamaya koyuyor. Kürt gerçeğini yer ile yeksan etmekten her söz ettiğinde, hitap ettiği sapkın ve sapık bir Kabil’ler güruhu, leş kokusu almış sırtlan sürüsü gibi “Sen yok et de, biz yok edelim” diye haykırıyor. Tipik bir kıyamet belirtisi ya da insanlıktan düşmenin en dip noktası: İnsanlığın yerinde artık yeller esiyor. ‘Selam’ dini İslam gitmiş; selam para, kelam para olmuştur. Deccal, akıttığı Kürtlerin kanını sermayeye tahvil ediyor. ‘Barış’tan söz eden hala insan kalmış birkaç kişiye dahi tahammül etmiyor ve bunları kanla büyülediği sırtlan sürüsüne hedef gösteriyor. Bugünkü Türkiye’nin hal-i pür melali budur, en azından görünen yüzü böyledir. Deccal Erdoğan’ın Türkiye’si insansız bir ülkeye dönüşmek üzeredir. 

Yanlış anlaşılmasın, burada Türkiye’nin tümden insansızlaştırıldığını söylemiyorum. Ahlaki ve politik toplum değerlerine bağlı tek bir insan kalsa bile, Deccal’in zaferini ilan etmesinin anlamsız olduğunu iyi biliyorum. Bir yerde Tanrı’nın kendisinde nefes aldığı tek bir insan varsa, orada insanlık yaşıyor demektir. Önemli olan, toplumun ve insanın ölümünü ilan eden Deccal’a eşlik etmemek, böylesi bir ölüm ilanına kendi cephesinden kanıt oluşturmamaktır. Altı özenle çizilmesi gereken nokta şudur: TC devletinin Efrîn somutunda Kürtler üzerindeki mezalimine seyirci kalmak, Kabil’e benzer şekilde “Ben Kürt’ün bekçisi miyim?” demekten farksızdır. Bütün halklar gibi Kürt ve Türk halklarının kaderi de birbirine bağlıdır. Kutsal Kitapların kardeşlerin karşılıklı sorumluluğundan bahsederken kastettikleri tam da budur. Deccal’ın sistemi içinde kalmak, insanı kendi tanrısal özüne yabancılaştırır. Böyle bir sistem, ‘her canlı insanın katili ve içine her gün insanın en yüce değerlerinin battığı bir bataklıktır.’ 

Efrîn’den yansıyan tek bir görüntü karesi bile Deccal’ın çetelerinin burada neler yaptığını ve neyi amaçladığını anlamak için kafidir: Çeteler Efrîn’in bir mıntıkasında bir köylünün traktörüne el koyuyor ve köylüyü kurşun yağmuruna tutup katlediyorlar. Türk devletinin ‘sınır güvenliği’ni sağlamak için müdahalede bulunma hakkı olduğunu savunanlara ithaf edilecek bir görüntü! Kurbanın bir YPG’li olmadığı çok açık ama Kürt olduğu kesin; üstelik sivil bir insan. TC için ‘sınır güvenliğini sağlama’nın önüne çıkan her Kürt’ü katletmek, değerlerine el koymak ve ülkesini işgal edip kendisi için yurt yapmak olduğu bu örnekle bir kez daha doğrulanıyor. Uluslararası hukukta bunun adı soykırımdır ve Deccal açıkça bu suçu işleyeceğini beyan ediyor. Ancak Türkiye’de kimseden çıt çıkmıyor. Örneğin ÖDP gibi bazı sözde sol güçleri biraz sıkıştırın: Size, “Biz Efrîn Kürt’ünün bekçisi miyiz?” diye çıkışacakları kesin. Bu güçler şahsında etik yerlerde sürünüyor.

Ya özellikle Kuzey Kürdistan’daki Kürtler, onlar neden suskun? Kabil’in “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” biçimindeki öfkeli karşı sorusu, onların suskunluklarına da tam denk düşmüyor mu? Mevcut gerçeği daha iyi anlamak için 1937’deki Dersim Direnişine gideceğim. O zaman soykırıma hazırlanan devlet, bunun gerekçelerini oluşturmaya çalışır. Birkaç köyde askerler kadınlara taciz ve tecavüzde bulunurlar. Bunun üzerine sadece olayın yaşandığı köylerin bağlı oldukları aşiretlerde değil, olayı duyan bütün aşiretler içinde tam bir infial yaşanır. Herkes silahına sarılır ve mütecaviz askerlerin içinde bulunduğu Pax Karakoluna saldırır. Karakolu yerle bir eder. Modernist zihniyet bu tür bir davranışı ancak barbarlara özgü kontrolsüz bir refleks olarak yargılayabilir. Politik ve ahlaki toplum kültüründe ise, bunun adı kardeşine yapılan kötülüğü karşılıksız bırakmamaktır. Toplumun vicdanı bunu emreder, toplumsal ve ulusal dayanışma bunu gerekli kılar. Dersim’in TC’nin oyununa gelmiş ve ‘sel harekatı’na gerekçe sunmuş olması bu gerçeği asla değiştiremez.

Peki, şimdiki durum nedir? Kadınlar kurşunlanır, taciz ve tecavüze uğrar; birkaç kişi hariç, hiç kimseden çıt bile çıkmaz. Üç buçuk yaşındaki kız çocuğu kirletilir; ezici çoğunluk görmezlikten gelir. Şehit mezarları tarumar edilir; hemen herkes hiçbir şey olmamış gibi davranır. NATO’nun ikinci büyük ordusu Efrîn halkının üzerine sürülür, Efrîn toprağının her metrekaresine bir bomba atılır; yine ne bir ses, ne bir seda vardır. Deccal’ın oyununa gelmemek adına bu aşağılık suçlara göz yumulduğunu söylemek inandırıcı değildir. Korku ya da örgütsüzlük de bu durumu izah edecek tutarlı bir neden olamaz. Suskunluğun nedeni, tarihsel toplum kültüründen kopuştur. Çünkü haksızlığa karşı mücadelenin olduğu yerde direnen gerçekte kültürdür. Kültür aşındığında direniş de zayıflar, kardeşlik unutulur, sorumluluk sırttaki yük misali bir kenara atılır.

Her şeye rağmen, “Ben Efrînli kardeşimin bekçisiyim” deyip Deccal’a karşı çıkma zamanı gelmedi mi? 

KAYNAK: YENİ ÖZGÜR POLİTİKA