Yüreğin yoldaşlarına yakınsa umut uzak değildir!

İkimiz de çatışmada ayağımızdan yaralanmıştık, Heval Şoreş dizinden ben de ayağımdan, koşmanın en çok gerektiği anda ayağından vurulmak, uçurumdan düşmüş bir ceylan yavrusu gibi olmaktır...

6 gün Efrîn’in Elbiskê köyünde şehit düştüğünü bildiğimiz Avrîn Masum’u ziyarete gittim, yüreği bir şiir gibi dile geldi, dinledikçe sustum ve bu güzel insanlar ile yolum kesiştiği için şükrettim…

Bir hayal içindeyim. Yaşadığımı kanıksamak için her şeyden önce bu hayale inanmak zorundayım. Ben hep umut etmiştim, bir umuda sarılmıştım. Şimdi o umudun gerçekleştiğine inanmanın, hayal ile gerçeğin ikiz olduğuna ikna olmanın demindeyim. Yeniden doğma terimi beni anlatıyor, evet, ben arkadaşlarıma tekrar kavuşarak yeniden doğdum.

KOŞMAM GEREKİRKEN DÜŞTÜM!

“İkimiz de çatışmada ayağımızdan yaralanmıştık, Heval Şoreş dizinden ben de ayağımdan, koşmanın en çok gerektiği anda ayağından vurulmak, uçurumdan düşmüş bir ceylan yavrusu gibi olmaktır. Bedenin amaçlarını taşıyamıyor. Bir halkın yükü sırtında olduğun yere yığılıyorsun. ‘Özür dilerim ey halkım, özür dilerim bize umutlarını bağlayan ey insanlık, koşmam gerekirken düştüğüm için özür diliyorum’ dedim içimden. Kimse duydu mu sesimi bilmiyorum. Yağmur gibi yağan mermiler içinde, o serin gecede içimden öyle haykırdığımı hatırlıyorum. İkimiz de çok dinçtik, doğru yaralarımız sızlıyordu ama sızıları dinlemiyorduk, aklımız arkadaşlarımızdaydı. Çünkü izimizi kaybetmişlerdi ve tekrar bize ulaşmak için düşmanın olduğu yöne çarpışarak gidiyorlardı. Bizim yüzümüzden onlara bir şey olursa diye düşündükçe aklımı kaybedecek gibi oluyordum. Arkadaşlar dört kez bizi kurtarma girişiminde bulundu. Her seferinde düşman çeperlerine kadar vuruşup bizi göremeyince tekrar geri döndüler, çatışma sesleri o kadar baskındı ki birbirimizin sesini duymaz olduk. Gönül koşmak istiyor ama ayak gönlü taşıyamıyor. ‘Gidin, bizi bırakıp gidin’ diye çığlık atıyorum ama kendi sesimi kendim bile duymuyorum.

Sonra ortalığı bir sessizlik kapladı, artık Şoreş ile yalnız kalmıştık kan sızan yaralarımız ile baş başa. Arkadaşlar da düşman da bizi artık yaşamıyor sandı. Ben ile heval Şoreş öylece 26 gün düşman ile yüz metre mesafede kaldık. Telefonumuzun şarjı bitmiş, çamurdan görünmez bir hal almıştı. Düşmanın sesi geliyordu, bazen tekbir getirip Arapça konuşuyorlardı, bazen de Türkçe konuşuyorlardı. Düşmandan biraz uzaklaşmak için süründük. Yağmur yağdıkça yaralarımız morarmaya başladı. Ellerimiz ıslandıkça buruştu, beyazladı, birbirimizin ellerine bakıp gülümsedik. Birbirimize fısıltıyla anılarımızı anlattık. Arkadaşların gelip bizi kurtaracağı günün hayalini yüzlerce kez anlattık, sonra anlattıklarımızı unutup yeniden başka şekillerde hayal kurup anlattık. Bir kavuşma senaryosunu defalarca yazıp beğenmedik, sonra tekrar tekrar yazdık o senaryoyu… O kavuşma hayalini kurmaktan hiç vazgeçmedik. Bizi bir hayal yaşattı. Bizi bir umut yaşattı. Bir gün gözümüzü açtık ve yanı başımızda çobansız keçileri gördük. Yalnızlığımıza çok iyi gelmişti bu keçiler. Silahlarımıza sarıldığımızı gören keçiler bize tuhaf tuhaf bakıp gitti.

UMUT ZAFERDEN DAHA DEĞERLİDİR

Çukurlara dolan yağmur suyunu kana kana içtik, bulanıktı su, çamur tadı geliyordu ama yine de güzeldi, o su, bizi yaşatacak ve bir an bile yüreğimizi terk etmeyen yoldaşlarımıza kavuşmamız için bize yaşama şansı verecekti. Tanıdığımız bazı otlar yedik. Zeytin yaprakları yedik sonra… Hiç kurumayan, hep yeşil kalan zeytin yaprağı… Yaşadıklarımıza tanık olan zeytin yaprağı… Bir kez daha bağlandım toprağıma, bir kez daha sevdim zeytini. Ve hiç umudumu kaybetmedim. Bir söz bizim hayatımızın besmelesi olmuştu. Ben unuttuğumda Şoreş söylüyordu, Şoreş unuttuğunda ben söylüyordum. “Umut zaferden daha değerlidir.” Bu sözü günde kaç kez tekrarladığımızı hatırlamıyorum.

ARTIK ANNESİNİ GÖREN KAYIP BİR ÇOCUK GİBİYDİM...

Ve bir sabah, silahın mekanizma sesi ile gözlerimizi açtık, başımızda duran arkadaş bizi vurmasın diye “Em hevalin” dedik. Başımızda duran arkadaşın ismi Canfeda idi. Şok olmuştu, bizi tanımakta zorlandı. Demek ki çok değişmiştik. Sonra Canfeda ikimizin önüne diz çöküp ikimizin başını kucağına bastırdı, ikimizin başını kucaklamış ha bire öpüyor. Bir benim başımı, bir Şoreş’in başını. Üçümüzde ağlıyorduk. Bir çocuk, ilk doğduğu anda nasıl ağlıyorsa öyle işte… Artık annesini gören kayıp bir çocuk gibiydim…

Yaralı ayağımın parmakları onca soğuk havaya dayanamadığı ve kangren olduğu için kestiler. Uyandığımda doktorların sesi bir kuyunun altından geliyordu sanki. “Avriiin” Yaşadıklarım bir rüyaydı. Hayatımın en güzel hayaline uyandım. Narkozun etkisi ile çok slogan atmışım doktorlar başımda gülümsüyordu…”

Kaynak: Yeni Özgür Politika