Özgüner: Bütüncül tepki gösterilmeli

HAKİM Koordinatörü Burak Özgüner, Muğla’daki orman yangını için devletin tüm imkanları seferber edilirken Cudi’de itfaiye ekibi gönderilmediğini belirterek, bütüncül tepki gösterilmesi gerektiğini söyledi.

HAKİM Koordinatörü ve doğa aktivisti Burak Özgüner, Türkiye’deki doğa tahribatlarında bile hem toplumun hem de devletin ayrımcılık yaptığını belirtti.

Hasankeyf’in tarihi bütün mirasına rağmen sular altında bırakılması, Kaz Dağları’nda yapılmak istenen altın madeni ve son olarak da İzmir’de orman yangınları, doğa ve tarihe yönelik mevcut hükmetin politikalarını göz önüne seriyor. Günlerdir Kaz Dağları’nda binlerce insan madenin yapılmaması için direnişte. İzmir’deki orman yangınları ise henüz söndürülmedi. Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM) Koordinatörü ve doğa aktivisti Burak Özgüner, ANF’nin sorularını yanıtladı.

Türkiye’de doğa katliamlarına yönelik yeterli duyarlılık var mı?

Ekolojik tahribata ya da katliamlara karşı tepki, sadece toplumun belli kesimlerinden geliyor. Yeterli bir tepki olsaydı coğrafyamızdaki ormanlar, akarsular, göller, dağlar ve yaşam ortamları tüm bu doğal alanlar olan yaban hayvanları, bu kadar kolayca metalaştırılıp gözden çıkarılamazdı. Çok ciddi bir ekolojik yıkım ve kıyım ile karşı karşıyayız. Türkiye’de, bu yıkım ve kıyıma tepki verenlerin en başında, yaşam alanları tahrip edilerek gündelik yaşantıları sekteye uğratılan insanlar geliyor. Türkiye kırsalında, bölgeye zarar verecek projelere dair öngörülere sahip insanların kendi yerellerinde örgütlenerek her türlü mücadeleyi verdiklerini görüyoruz. Türkiye’deki çevre ve ekoloji mücadelesi, genelde hep yerellerden başlamış bugüne dek. Yerellerde, halkın örgütlediği direnişler, toplum tarafından ne kadar sahipleniliyor ise o direniş o kadar büyüyebiliyor.

Gösterilen duyarlılık doğa odaklı mıdır sizce?

Doğa katliamlarına yönelik tepki ve duyarlılığı yetersiz bulmamın yanında, verilen tepkilerin, atılan sloganların daha çok insan merkezci olduğunu düşünüyorum. Bu coğrafyadaki hayvan özgürlükçülerin, derin ekolojistlerin yıllardan beri getirdiği bir eleştiridir. Yok olan endemik bitki ve hayvan türleri, zorunlu göçe mahkum edilen hayvan türleri, bizlerin dışındaki hayvanların aile ve sosyal ilişkilerinin, beslenme alışkanlıklarının ne şekilde etkilendiği; yaşadıkları açlık ve susuzluk, annesiz kalan yavrular… Bunlardan daha yeni yeni bahsedilmeye başlandı ve bunlar bile hâlâ insan-hayvan ikiliği, çatışması üzerinden tartışılıyor. Enerji projelerinde, maden tetkik ve sondaj faaliyetlerinde patlatılan her dinamitle hayvanlar korkunç bir kırım, kıyım yaşıyor. Kentlerin dış çeperlere genişletilmesi, kentleşme ile iyice yaban hayatın yaşam ortamlarının işgal edilmesi hayvanların düzenini alt üst ediyor. Tüm bunların gözümüzün önünde yaşanmıyor oluşu, belki insanların vicdanına hitap etmiyor olabilir, insanlarda rahatsızlık uyandırmayabilir, ancak ekolojik yıkımın olumsuz etkilerini artık gündelik yaşantımızda rahatlıkla hissetmeye başladık. Dolayısıyla daha çok insan tepki vermeye başladı. İnsan merkezcilik, zihnimize, damarlarımıza o kadar işlemiş ki verdiğimiz tepki bile faydacılık üzerinden… Ben, bunun oldukça sıkıntılı bir durum olduğunu düşünüyorum.

İnsanın kendisi, evi, sokağı, mahallesi, tarlası, gıdası, kullandığı su ve hava zarar görmedikçe, ekolojik yıkımın bizim toplumumuzda tepkisel olarak bir karşılığı maalesef genelde olmuyor. İstisnaları da görmek mümkün ama dediğim gibi, insanlar doğrudan ya da dolaylı olarak zarar görmedikçe genelde ekolojik yıkıma ses çıkarmıyor. Bu tepkisizliğin nedeninin, hem psikolojik hem sosyolojik hem de ekonomik olarak incelenmesi, araştırılması gerekiyor.

Hasankeyf’in sadece 50 yıllık bir baraj için yıkılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hasankeyf’in yıkımı, yok edilmesi, en başta bölge halkının karşı çıkışı dikkate alınarak durdurulmalı. İnsanlar, böyle bir yıkımı yaşamayı, yaşam alanlarının devlet tarafından bu kadar kolayca yeniden dizayn edilmesini, bin yıllara dayanan bir tarihin yeryüzünden silinmesini istemiyor ve bunu, yıllardan beri dillendiriyor. Orada yaşamayan yöneticilerin, merkezi aktörlerin, yerel talepleri dikkate almaması, bu talepler yükselirken kulaklarını tıkaması, dışarıdan bakıldığında hiç hoş gözükmüyor. Bize bugün arkeolojik olarak birçok bulgu veren ve ileride de verebilecek olan bir kültürel mirası, gözünü kırpmadan yok etmek bu kadar kolay olmamalı.

Tüm bunlardan bağımsız olarak, kültür turizminin bölge halkına katkısı var. Bu ortadan kaldırıldığında, turistler Hasankeyf yerine baraj manzarası seyretmek için bölgeye gelmeyeceği için halk, ekonomik olarak da olumsuz etkilenecek.

Bu sadece baraj meselesi midir, tarihi bir yerin yıkılmasının başat nedenleri sizce neler olabilir?

Mevzunun, sadece baraj meselesi olarak ele alınmaması gerektiğini düşünüyorum. Hasankeyf’te bugüne kadar araştırma yapılmamış yüzlerce arkeolojik höyük bulunduğu biliniyor. Baraj sularının dolması ile insanlığın geçmişine ışık tutacak arkeolojik unsurlar tahrip edilmiş olacak ve büyük bir fırsat da kaçırılmış olacak. Bu coğrafyada bugüne dek kendisine yurt bulmuş her medeniyet, eşit derecede önemli. Birisini değerli görüp bir diğerini değersiz görmek, hem sığ bir bakış açısını işaret ediyor hem de bin yıllar öncesinden günümüze ulaşmış bir tarihi, kültürü yok saymak anlamına geliyor. Ayasofya ya da Göbeklitepe’ye ne kadar değer veriliyorsa Hasankeyf’e de en az bunlar kadar değer verilmeli. Belki de birçoğumuzun hayatı Hasankeyf’te kesişiyor, ancak bu tarihsizleştirme, belleksizleştirme ve mekansızlaştırma ile bu coğrafyaya dair birçok sır, gün yüzüne çıkamayacak ve yakın geçmiş açısından bölgedeki kültürel öğeler de kısa süre içerisinde silinmiş olacak.

Öte yandan, baraj projesi ile Hasankeyf ve çevresinin kırsal, kentsel ve ekonomik olarak yeniden tasarlanılacağını düşünüyorum ve bu yine, bölgedeki halka danışılmadan, merkezi yönetimden gelen taleplerle tepeden inme bir şekilde yapılacak. Hasankeyf’in, “Dünya Kültür Mirası Listesi” için belirlenen 10 kriterden 9’unu karşıladığı yıllardır ifade ediliyor, ancak yetkililerin resmi başvuruda bulunmaması nedeniyle Hasankeyf’in uluslararası koruma altına alınması da engelleniyor. Bahsi geçen bu kriterler karşılanmasa bile barajın proje alanı için Hasankeyf’ten başka yer bulunamadı mı? Ben bu ısrarı, iyi niyetli bulmuyorum.

Kaz Dağları’ndaki tahribatı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tam bir işgal, talan ve yıkım projesi olarak değerlendiriyorum. Doğa da hayvanlar da insanlar da feci şekilde etkilenecek. Başlangıç aşamasında bile çok şiddetli bir ekolojik yıkıma neden olundu ve Kirazlı’daki proje alanındaki doğaya yönelik saldırılar daha da şiddetini arttırdığında ve Çanakkale’nin diğer yerlerindeki maden projeleri ile birleştiğinde onarılamaz yaralara neden olacak ve Çanakkale’yi kangrenleştirecek. Bunu görmek, anlamak için bilim insanı olmaya gerek yok. Kaldı ki doğayı, yaşamı ve toplum sağlığını gözeten bilim insanları, bölgedeki madencilik faaliyetlerinin ne gibi sonuçlar doğuracağını çok net bir şekilde, bilimsel verileri ile ortaya koyuyorlar. Çanakkale’den yükselen maden sevdası, tüm Marmara’yı etkileyecek.

Sürekli ormanların tahrip edilmesinde elbette rant-kar-para odakları var, ancak hükümetin ısrarla doğa ile savaşını nasıl okumalıyız?

Bunu hükümet politikalarına indirgememek gerektiğini düşünüyorum. Elbette hükümetin belli başlı hataları var ama ilk önce, neoliberal politikaların ve tekno-endüstriyel kapitalist sistemin dünyayı ne hale soktuğunun farkına varmalıyız. Toplumun neredeyse geneline sirayet etmiş bir algı var: Toplumda hâkim olan, menfaatimiz için, yeryüzündeki her varlığın tüketilebileceği algısı değişmediği sürece, bu hükümetten sonra gelecek hükümetlerden de farklı bir şey beklememek lâzım. En nihayetinde hükümet de toplumun içinden çıkıp oluşuyor. İnsanlar, küresel iklim krizini daha belirgin şekilde yaşamaya başladığında, neoliberal politikalar da hükümetler de değiştirilecek, ancak o noktaya geldiğimizde büyük ihtimalle hükümet, devlet, sınır, sınıf gibi kavramların da bir önemi kalmayacak. İlerleyen yıllarda yaşayacağımız ekolojik felaket koşulları karşısında insanlık büyük sorunlar ile karşı karşıya kalacak. Yaşanacak bu felaketlerden de iklim değişikliğini “kötü bir senaryo” olarak görüp harekete geçmeyen tüm hükümetler sorumlu olacak. Bu sorumlulardan bir tanesi de Türkiye’deki hükümet olacak. Son yıllarda artan sel, heyelan gibi doğal afetlerin nedenlerini araştırmak ve bu etkenleri bertaraf etmek yerine, afetleri “Allah’ın takdiri” olarak değerlendirmek, İslam’daki tevekkül mantığına ters bir kere… Önlem almak yerine, her felakette sadece ilahi güç işaret edilecekse böyle düşünen politikacılar hastalandıklarında tedaviyi reddederlerse ancak samimi olurlar...

Tüm dünyada doğanın devlet desteğiyle sermaye tarafından şiddetli bir saldırı ile karşı karşıya kaldığını görebiliyoruz. Türkiye’de yaşayanlar olarak, bu saldırıların şiddetini daha yoğun yaşadığımızı düşünüyorum. Hukuksuzluk -hukuktan kastım sadece mahkeme kararları değil; doğayla olan ilişkimiz de bir hukuk-, faydacılık, keyfiyet, eşitsizlik ve tabii ki adaletsizlik arttıkça doğa daha da pervasız bir şekilde yıkıma uğratılıyor. Doğadan, yaşamdan yana olan mahkeme kararlarının uygulanmadığı; mevzuatın sadece kâğıt üzerinde kaldığı; görevini ihmal eden ve kötüye kullananların yargılanmadığı, hatta bazı durumlarda terfi ettirildiği; kamu politikalarında istikrar yerine keyfiyetin hâkim olduğu bir dönemden geçiyoruz. Tüm bunların yanında ekonomi politikaları da finansal olarak bir türlü düze çıkamayan Türkiye’yi daha da dibe çekiyor. Son 10 senede, Türkiye ekonomisinin inşaat yatırımları üzerinden ite kaka yürütülmeye çalışılsa da beton devrinin de sonuna gelmiş gibiyiz. Özellikle Varlık Fonu kurulduğunda, ben ülkeyi sanki iflas etmiş gibi hissettim. Hükümetin, devletin mali durumunu düzeltmek için bulduğu bir çözüm yolu da “doğal kaynak” diye adlandırılan suların, toprakların, dağların, yeraltının, kısacası doğayı paraya tahvil etmek ve maalesef oldukça agresif bir politika izleniyor. Ülkemizde ekonomi, göç, sağlık, adalet gibi alanlarda bir politika olmadığı gibi, doğal rezervlere dair de bir politika yok. Doğal kaynakların kapışılması yönündeki bu agresif yaklaşım, Kaz Dağları ve birçok bölgede ekolojik tahribat, sağlık sorunları, hayvan katliamlarını beraberinde getiriyor. Durumumuz bence çok vahim!

Bölgelere göre, yapılan tarihi ve doğa tahribatlarına aynı yükseklikle tepki veriliyor mu? Hevsel Bahçeleri-Yeşil yol-Hasankeyf-Kaz Dağları gibi…

Verilmiyor. Ne toplum ne de devlet tarafından… En basitinden; Muğla’daki orman yangını için devletin tüm imkanları seferber edilirken Dersim’de, Cudi’de, Lice’deki orman yangınına itfaiye ekibi gönderilmeyebiliyor. Kimse, durumu “terör”e, “terörle mücadele”ye bağlamasın; Edirne’deki orman ile Siirt’teki orman arasında bir fark yok çünkü. 2015’te, çatışma ve savaş ortamı nedeniyle çıkan orman yangınlarından kaynaklı ekolojik tahribatı gözlemlemeye dahi gidemedik biz. O dönem, ormanlarla birlikte insanlar da yakılmadı mı? Ormanlara nasıl ki su taşınmadıysa o dönem insanların yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamasına dahi izin verilmedi. Kaz Dağları’nda şu anda “Su ve Vicdan Nöbeti” devam edebiliyor ama Hasankeyf’te insanlar feci şekilde darp edilerek bölgeden uzaklaştırılmaya çalışıldı, gözaltına alındı. Kürdistan coğrafyasında bırakın doğayı korumayı, insanlar doğayı korumaya çalışırken canından oluyor.

Orman yangınlarının kasıp kavurduğu, yaşamı bitirme noktasına getirdiği bölgeler, aynı zamanda 90’larda boşaltılan köyler. 2010’lu yıllarda köylerine tekrar dönmeye başlayan insanlara ve özellikle barış süreci ile asıl yuvalarına dönmeye başlayan yaban hayvanları için yıllardır devam ettirilen orman yangınları çok büyük travmalara sebep oluyor. Ne devletin ne de hükümetin, bölgede yaşamını sürdürenlere böyle bir mezalim çektirmeye hakkı var.

Ana akım çevre kuruluşlarının birçoğunun tepkisi, ormanın yandığı yere göre değişiyor. Böyle bir ikiyüzlülükten de bahsedebiliriz.

Bu tahribatlar hayvanları nasıl etkiliyor?

Hayvanlar, yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalıyor; bu zorunlu göç sürecinde panikle yıkım bölgelerinden kaçmaya çalışan hayvanlar yollarda hayatını kaybediyor. Bu süreçte annesini kaybeden yavrular, açlıktan yaşamını yitirebiliyor. Tehlikede olan hayvan türlerinin yaşam alanlarına dikkat edilmediği için ekolojik yıkıma neden olan projeler bazı hayvan türlerini bitme noktasına getiriyor. Yaşam alanları kıskaca alınan yaban hayvanları, insan yerleşimlerine girmek zorunda kalıyor ve buralarda öldürülüyorlar. Kuşların göç yollarına dikkat edilmediği için birçok can kaybı yaşanıyor. Baraj sularında boğulan karacalara tanık olduk.

Türkiye’de sadece 6 tane yaban hayvanı kurtarma ve rehabilitasyon merkezi olduğundan, bu projelerden olumsuz etkilenen, yaralanan hayvanlara zamanında müdahale edilemiyor; gerçek anlamıyla bir “rehabilitasyon” hizmeti verilmiyor. Bu da can kayıplarını arttırıyor.

Hayvanlar, bu projeler nedeniyle birbirlerinin de yaşam alanlarına girmek zorunda kalıyor. Bu nedenle popülasyonlarda ani artışlar ya da düşüşler yaşanıyor. Bu da bölgedeki tüm yaban hayatını etkiliyor.

Ekolojik yıkımdan kaçan hayvanlar, bir de avcıların saldırılarına maruz bırakılıyor. Bitap düşmüş hayvanlar, avcıların baş hedefi oluyor.

Bunlara karşı nasıl bir yol izlenmelidir?

Orman yangınında ölen hayvanın, ağacın, insanın milliyeti, ırkı, dili, türü, dini olmaz, ortada kalmaz. Her orman yangını ise yerinden kıpırdayamayan ağaçların; onların dallarındaki yuvalarında ailelerini bekleyen yavru kuşların; çalılıklarda, oyuklardaki yavru yaban hayvanlarının; toprak altındaki her türden böceğin; dumandan göz gözü görmez bir ortamda hiçbir yere kaçamayarak yanan ve boğulan yaban hayvanların, kaçamayan insanların hayatını kaybetmesi demek… Medyanın da bizlerin de bunu fark etmesi gerekiyor artık.

Orman yangınlarını umursamayan ya da orman yangınlarının arasında dahi bir kıyaslama yapan bir toplumda ise ben bir gelecek göremiyorum maalesef. Öte yandan, iklim değişikliği, ekolojik yıkım gündemimizde olmadığı ve kendimizi değiştirmediğimiz sürece, hep birlikte, insanıyla, hayvanıyla, ağacıyla nice acılar yaşamaya devam edeceğiz. Olan, her zaman olduğu gibi, en başta hayvanlara ve doğaya olacak.

İnsan merkezcilik, hayatımıza o kadar işlemiş durumda ki toplumun haber alma hakkını sağlayan basın, orman yangınlarında yaşamını yitiren sayısız hayvanı yok sayarak haberlerini yapıyor. İnsan merkezciliğin yanında, bir de özellikle Türkiye toplumunu sarmış olan nefret kültürü ve ırkçılık var tabii. Orman yangını, batıda gerçekleşiyor ise “Türkiye’nin ciğerleri yanıyor” haberleri yapılırken, yangın eğer Türkiye’nin doğusunda gerçekleşiyor ise bu, ana akım medya için bir haber değeri taşımıyor genelde. Medyanın bu ayrımcılığa son vermesi gerekiyor.

Toplumsal muhalefet, ekoloji ve hayvan hakları konusunda artık elinden geleni yapmalı. Bütüncül bir mücadelenin örülmesi; doğaya, hayvanlara zarar veren her politikaya, uygulamaya birlikte karşı çıkabildiğimiz zaman ancak bir şeyleri değiştirebileceğimize inanıyorum.