Ekonomik krizin nedeni savaş

HDP Eşbaşkan Yardımcısı Sezai Temelli, gittikçe derinleşen ekonomik krizin arkasında AKP’nin sürdürdüğü savaş merkezli politikaların olduğunu söyledi.

AKP’nin Türkiye ekonomisini savaş ve rejiminin inşası için kullandığını ve böylelikle krizin derinleştiğini belirten HDP Eşbaşkan Yardımcısı Sezai Temelli, demokratik muhalefetin buna karşı toplumsal dinamikleri harekete geçirmesi ve örgütlemesi gerektiğini vurguladı.

Türk Lirası'nın (TL) değer kaybı, işsizlik, yoksulluk, enflasyon ve cari açık oranlarının yükselmesi devam ediyor. HDP'nin iktisatçı Eşbaşkan Yardımcısı Seza Temelli ile ekonomik krizi ve AKP’nin ekonomi politikalarını konuştuk

Son bir yıldır özellikle dövizin de yükselmesiyle büyük bir ekonomik krize dikkat çekiliyor ama AKP, her şeyin iyiye gittiğini savunuyor. Gerçekte durum nedir ve neden buna karşı toplumsal refleks gelişmiyor?

Türkiye uzun süredir krizin içinde yaşıyor; iktisadi, toplumsal ve siyasi kriz. Topyekun bir kriz içinde yaşıyoruz. İktisadi kriz her geçen gün daha da derinleşiyor ve etkileri daha da etkin hale geliyor. Bütün bunlara rağmen ‘Madem büyük bir krizler bütünü içindeyiz de neden bunun sonuçları siyasal ve toplumsal alana yansımıyor?’ sorusu soruluyor. İktisadi krizin siyasete yansıması ya da iktidar bloğunu sarsması ve onun değişmesine yol açması için öncelikle siyasi bir tepkinin örgütlenmesi gerekiyor. Dolayısıyla Türkiye’de ekonomik krizin yaratmış olduğu tahribata, toplumdaki çeşitili maliyetlerine ve yüklerine karşılık, siyaseten Kürt siyasal hareketi, HDP ve bu mücadeleyi sürdürenleri bir tarafa koyarsak; aslında iktidara karşı yeterince örgütlü bir mücadele açığa çıkmıyor. Bu açığa çıkmadığı sürece de krizin sürdürülebilirliği sağlanmış oluyor. Hükümet de özellikle kendi tabanını konsolide ederek, bir taraftan sosyal yardım programıyla bir taraftan yabancı, kayıtdışı ve belirsiz kaynaklarla; bir suç ekonomisiyle yaratmış olduğu fon mekanizmasıyla – varlık fonları gibi- akla hayale gelmeyecek yöntemle bir şekilde krizi idare ediyor. Bu krizin yaratmış olduğu maliyete katlananlar, sesini çıkarmalı, örgütlenmeli, siyaset yapmalı ve müdahil olmalı. Ancak o zaman iktisadi krizin yansıdığı kesimler tepkilerini hayata geçirir. Böylelikle başta dediğim iktisadi kriz sonrası ‘neden beklenenler olmuyor?’ sorusunun yanıtı da verilebilir.

AKP de 2001 krizi sonrası önceki hükümetin gitmesiyle iktidara geldi. 2008, 2010 ve 2014’teki krizleri yaşadı ama bir şekilde atlattı ya da öyle bir görüntü verdi sizin de anlattığınız sebeplerden. Peki, daha önce yaşanan ve iktidar değişimine sebep olan krizlerin şimdikinden farkı neydi?

Daha geriye gidersek yakın tarihimizde 1994’te Tansu Çiller hükümeti zamanındaki 5 Nisan Kararları ve ondan önceki kriz sürecine baktığımızda; toplumun çok açık bir refleksi ortaya çıkmıştı ve buna bağlı olarak hükümet ile aslında Türkiye’de bir siyasi iklim değişti 94 krizi sonrasında. Geldik 99’a, bir kriz dalgası başladı, 3 yıl sürdü ve 2001’e gelindiğinde, toplumun ciddi bir tepkisi söz konusuydu. Sonuç olarak burada da bir siyasi iklim değişikliği oldu. Elbette her siyasi iklim değişikliği, iktisadi krize bağlanmayabilir ama iktisadi krizler, bu siyasi iklimleri değiştirecek en önemli tabanlardan birini oluşturuyor. Fakat 2008 krizine karşı halk böyle bir refleks ortaya koyamadı. Çünkü hemen ardından gelen o büyümenin yaratmış olduğu rahatlık içindeydi. 2010’a geldiğimizde kriz artık kendini belirgin hale getiriyordu ama AKP bu krizi yönetmeyi öğrenmeye başladı.

Nasıl öğrenmeye başladı?

Biraz önce söylediğim gibi yapay fon mekanizmalarıyla büyümenin gereksiz yere şişirilmesiyle aslında bahsettiğimiz bu süreci bugüne kadar getirdi. 2015’ten sonraki kriz, bizi bambaşka bir siyasi iklime taşıdı. Bu ise 94, 99, 2001, 2008 kirizleriyle karşılaştırılamayacak bir noktada.

Neden karşılaştırılamayacak bir noktada?

Çünkü bu kriz bir yanıyla rejimin yeniden biçimlenmesi, diğer yanıyla savaş konsepti, öte yandan da küresel jeopolitiğin değişimiyle ortaya çıkıyor. Bu kadar geniş bir alanda hareket görüyoruz. Bugün Kürtlere karşı savaş dediğimiz şey, 2015’in ortasında başladı. İçeride kentlerin yıkımına kadar varan inanılmaz bir savaş yükselmesi, dışarıdaki Suriye politikası boyunca sürdürülen strateji... Son olarak Federe Kürdistan'da yaşananlara baktığımızda ciddi bir savaş politikası içinde olunduğu net bir şekilde görülüyor. Bunun da elbette bir ekonomisi var. Bu da krizin bir şekilde çıkmasına katkı sağlayan bir savaş ekonomisi. Diğer taraftan da savaşa muhtaç bir rejim var. Yani savaş, krizin sürdürülebilirliliğine de bir yerde zemin oluşturuyor.

Toplumu düşmanlaştırıyor. Kürt savaşı üzerinden Kürt halkına karşı bir düşmanlaştırma politikasını geliştiriyor ve siyaset, bu iktisadi krizin etkisinden çok bu savaş konseptiyle şekilleniyor. Evimize, sokağa, işyerine giren, bizi işsiz bırakan iktisadi krizin üstüne böylelikle hep bu düşmanlaştırıcı, ayrıştırıcı politika örtülmüş oluyor. “Önce güvenlik, vatanın bölünmezliği, devletin bekası” söylemlerini üreten “Yenikapı Ruhu” diyebileceğimiz o yapı, aslında büyük bir şal gibi asıl meselenin üzerine örtülüyor.

Siz de bahsettiniz ekonomik krizin yanı sıra Türkiye’de ciddi bir siyasi kriz var. Özellikle içeride savaş konseptine dayanan bir strateji izlense de dışarıya karşı da politik tutum bir o kadar kötü. ABD ile vize krizi sonrası Dolar tarihi bir rekor kırdı. Euro zaten AP tavsiye kararından beri artmakta. Sürtüşmeler cabası. Öte yandan kredi notunun çöp seviyesine inmesi, yabancı sermayenin çıkışı... Tüm bunları da bu tabloya ekleyebiliyor muyuz?

Kesinlikle. Benim dediğim Kürt savaşını ise içeride her şeyin bahanesi haline getiriyor. Bu savaşı sürdürerek dikta rejimin inşasını ve faşizmin kurumsallaşmasını sağlıyor. Böyle bir gidişat içerisindeyiz yani. 16 Nisan Referandumu bunun bir yerde testiydi. Yüzde 51 küsuratıyla ancak hileyle ucundan yakaladığı oran, bu rejimin inşasına yönelikti.

Dünyada böylesi bir kriz dalgası olmamasına rağmen  Türkiye’nin neden bu kadar derin bir iktisadi bunalım yaşadığı sorusunun yanıtı ise işte bu tekçi zihniyette saklı. Bu yeni tekçi rejimi inşa etmek için dünyanın en itibarsız ülkelerinden biri haline döndü Türkiye. Dolayısıyla iktisadi kararlarını verirken de ya da kredi alırken de katlandığı fonların maliyeti çok yüksek. Risk çok yüksek.

Bu rejim Türkiye’nin her yanında gerilim yaratıyor. İş ve emek dünyasının yanı sıra gündelik yaşam içerisinde hemen hemen her yerde gerilim artıyor. Bu gerilimler ister istemez toplumsal düzelmede iktisadi sonuçları da ortaya çıkarıyor. Bugün bir kredi almaya kalktığınızda maliyetlerin çok ama çok yüksek olduğunu göreceksiniz. Bu ülke dış borçlarla ayakta duruyor. Dış borç demek yüksek kredi maliyeti demek. Bu ülke sıcak paraya muhtaç. Sıcak parayı çekmeniz için de yüksek faiz vermeniz gerekli. Yüksek faiz, sıcak paraya gidiyorsa içeride de maliyetleri artırıyor. Bunun yansıması da yüksek enflasyon oluyor. Yüksek enflasyon da zam ve alım gücünün düşmesiyle yeni vergi artırımlarına gitmek demek. Bunun yükünü de halk taşıyor ve dolayısıyla yoksullaşıyor. Bu, böylesi bir döngü. Sıcak para lazım, yüksek faiz onun için zaten. Gelen para da döviz olarak geldiğinde o parayı bozduranlar gidip borsadan hisse senedi alıyorlar ve borsa yükseliyor. Borsa yükselince burada elde edilen karlarla yeniden dönüp döviz alıyorlar.

Yani dövizi getirenler, bir cepten çıkarıp diğerine koyuyor bu yöntemle...

Evet, daha kısa vadeli yatırımlar yapıyorlar çünkü güven veren sağlıklı bir ekonomi yok. Sonuçta her türlü riske karşı fonlarını korumaya çalışıyorlar.

2010-11 yıllarında AKP’nin ekonomik olarak en iyi olduğu dönemdi. Siz de bahsettiniz, büyüme rakamlarının bir hayli yüksek olduğu zamanlar. Yabancı sermayenin de Türkiye’ye yoğun bir şekilde geldiği bir dönem ayrıca. Hem az önce söylediğiniz gibi kısa vade için de değil. Ama AKP iktidarda olduğu süre boyunca inşaat sektörü ağırlıklı bir strateji geliştirdi. Bu ise döviz getiren bir hamle olarak görülmüyor. Daha içe yönelik bir adım. Bu dönemde belki de dışa bağımlı ekonominin farklı yöne çevirilmesi söz konusuyken, neden sıcak para bu yönde kullanıldı o zaman?

AKP, bulduğu her kaynağı bir şekilde çarçur etti. Daha içe yönelik adımdan ziyade kendi seçmenine yönelik hamleler demek daha doğru olur. Yani toplumu da ortadan böldü. Kendi seçmenine iyi görünmek ve kendi sermaye gruplarını amaçladığı şekilde ayakta tutmak için bu fonları harcadı. Bu alanlardan biri elbette inşaat sektörüdür. İnşaat vermsiz bir alandır. Konut planlamasına bağlı olarak gelişiyorsa anlamlıdır ama böyle her yere beton döküyorsanız sonuçta hem kaynakları israf edersiniz hem de kentleri mahvedersiniz. İşte en önemli örneği İstanbul. Bir kentsel yıkım yaşıyor İstanbul ve bir beton çöplüğüne dönüştü. Aslında Türkiye’nin her yerinde TOKİ’leşme dediğimiz bir israf var. Eğer siz aldığınız kaynağın maliyetinin üstünde bir çıktı yaratmak istiyorsanız yeni teknolojiler, yüksek katma değeri olan verimli alanlarda bu kaynağı kullanmanız gerekli. Finans böyle çalışır. Elbette ikinci israf alanı da başından beri bahsettiğim savaş alanı. Çünkü savaş alanıyla yeni rejimini de var etmeye çalışıyor. Savaş ekonomisi de çok maliyetlidir. Dolayısıyla sizin üretmediğiniz teknolojilere bağlı olarak ciddi bir kaynak israfına da yüksek kredili maliyetler yaratmış oluyor. Yani AKP bu iki alana sıkışmış durumda.

AKP’nin geldiğinden bu yana bunca kriz sonrası, belli geçici önlemler, dönemsel rahatlamalar dışında toplam bir ekonomi stratejisi yok mu?

Aslında bakıldığında AKP, iktidarı boyunca ekonomik hiçbir problemi çözmedi. Cari açık devam ediyor çünkü sağlıklı bir üretim, ihracat ve ithalat yaratamadığı için dış ticaret açığı düşmedi. AKP, tasarruf açıklarını da azaltamadı. Hep dışarıdan buldu ve taşıma suyla değirmen döndürdü. AKP şimdi IMF borçlarını ödedik, diye övünüyor ama aslında Türkiye’nin toplam borcu çok fazla arttı. Kamu borçlanmadı, Maastricht kriterlerine uyduk, dediler ve özel sektörü borçlandırdılar. Aslında Türkiye bir yalan ekonomisi içinde. Hiçbir yapısal sorun çözülmediği gibi bunlar birikti, derinleşti. Bu yalan dünya, bir kuşağı ve 15 yılı çaldı. O yüzden buna 'dur' demek lazım. Misal şimdi Meclis'te bütçe görüşmeleri var, bütçe rakamlarının bu yalan ekonomiyle nasıl aynı anlama geldiğini görüyoruz. Bütçedeki en önemli artış Savunma Bakanlığı’nın, bir diğeri ise İçişleri Bakanlığı’na bağlı Jandarma Genel Komutanlığı’nda. Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında ya da iyi bir ekonomiyi var edebilecek anlamda kaynaklar kullanılmıyor. Hâlâ aynı akılla savaşa ve rejimin kendi inşasına bir bütçe ayrılıyor. Bu bütçe hakkının gasp edilmesi demektir. Ekonomiye sahip çıkmak da bütçenim demokratikleştirilmesinden geçiyor.

Bunca savaş ekonomisine rağmen kazanılan bir savaş da yok...

Kazanamaz, zaten bu bir akıl tutulması. Davutoğlu’ndan bu yana yok Emevi Camisi'nde namaz kılmakmış, yok halife olma hülyalarına kadar hepsi akıl tutulmasıydı. Bu coğrafyayı, halkları ve buranın kimyasını bilenler, böyle bir şey olmayacağını da bilir. Osmanlı’dan bu yana bakıldığında böylesi bir dış politika söz konusu bile değil. İtibarsızlaşmanın kaynağı da burada aslında. Hem binlerce ölüm, kentlerin yıkımı hem de iktisadi çöküntünün kaynağını oluşturma. Faşizm böyle bir şeydir. Mussolini İtalyasında ya da Nazi Amanyasında da bunları görmeniz mümkün. Diktatoryal rejimler üretilirken savaştan ayrı yürüyemezler. İçerideki halkları mutlu etmek için de popülist politikalar izlerler. İşte inşaat sektörü gibi ihtiyaç olmayan ama ekonomik çarkı o dönem için hızlı döndüren sektörlerde kaynakların plansız programsız kullanımıyla gerçekleşir. Tüm bu tabloya bir bütün olarak baktığımızda Türkiye ekonomisi umut vaat etmiyor. Tüm veriler, mevcut krizin daha da derinleşeceğini gösteriyor. Bütçe de borçlanma da dövizin yükselmesi de bunları önümüze koyuyor. Öte yandan faizlerin, işsizliğin ve enflasyonun yüksekliği de fotoğrafın nasıl sonuçları olduğunu anlatıyor.

Toplumsal tabanın örgütlenmeme halinde de bu emarelerle çöküntünün olması kaçınılmaz gibi görünmüyor mu, geçici önlemlerin de tükendiği nokta olması olası değil mi?

Evet, oraya doğru gidiyoruz. Başında da belirttiğim gibi bunu sadece ekonomideki rakamların yapması beklenemez. Ekonomi yaratmış olduğu tahribatla tüm toplumsal yapıları harekete geçirir. Bunlar harakete geçtiğinde bunu siyaseten bir karşılığı olmalıdır. Muhalefetin görevi bu tepkiyi örgütlemektir. Biz HDP olarak bunu yapıyoruz. Biz topluma ve halklarımıza çözüm öneriyoruz; barış ve demokrasi mücadelesinde yan yana gelmeliyiz, bu bize sahip olduğumuz ortak zenginliğin adaletli paylaşımını sağlayacaktır. Ortak zenginliği dayanışmacı bir ekonomiyle sağlıklı büyüme modelleriyle; kadın özgürlükçü bir bakışla ve emekten yana bir modelle sunuyoruz. Bu siyaseten bir tepkiyi örgütlemektir. Yani faşizme karşı mücadelede iktisadi boyutu da bu mücadelenin içine katıyoruz ve buna ekonominin demokratikleşmesi diyoruz.

Dövizin ya da enflasyonun düşmesinin bir çözüm olmayacağını geçmişten biliyoruz. 2002’den 2010’a kadar enflasyonu düşürme çabaları başarılı oldu. Peki bunun halka ya da topluma yararı nedir? Yoksulluk ya da işsizlik azalmamış. Refah adaletli bir şekilde paylaşılmamış. Peki bu enflasyon düştü de hayrı kime? Dolayısıyla iktisadi alndaki göstergelerin neye dayanarak iyileştiğini ve katkı sağladını da konuşmak gerekiyor. Bugün AKP’nin 15 yıldır uyguladığı iktisat politikalarının adı neo liberalizmdir. AKP bu konuda dünya şampiyonu! En derin şekilde bu politikaların sonuçlarını da bize yaşatmıştır. İş cinayetleri, emekçilerin yaşam koşulları, hak gaspları... Bunlar hane içine girdiğinde ev içi şiddet artıyor ve toplumsal barış dinamitlenmiş oluyor. Dolayısıyla savaş artık her yerde ve o yüzden de her yerde barış mücadelesi gerekiyor. Önümüzdeki günlerde bu iktisadi sonuçlar daha yakıcı yaşanabilir, buna karşılık olarak da iktidar baskıyı, şiddeti ve savaşı artıracaktır.